Havaalanında bir taksiye bindi. Vatan toprağına ayak basar basmaz ilk gördüğü yer baba ocağı olsun istiyordu. Yıllardır içinde saklı tuttuğu hasreti bir dakika daha taşıyacak gücü kalmamıştı. Araç çoktan yolun kıvrımlarına ayak uydurmuş, kimi zaman Fırat’ın coşkun sularına kimi zaman da kurak dağlara doğru yaklaşıyor; her defasında insanın yüreğini ağzına getiriyordu. O ise sanki başka bir dünyada, sarsıntılara aldırış etmeden, tüm gücüyle camı açmaya çalışıyordu. Şoförün, “Abla! Bütün toz arabaya dolacak” sözünü işitmedi bile. Zaten değil miydi ki memleketinin tozu toprağı; varsın dolsundu. Daha önce hiç nefes almamış gibi içine çekti havayı. Sanki ilk defa nefes alan bir bebek gibi ciğerlerinin yandığını hissetti. Ağlıyordu. İlmelyakin bildiği hasret, hakkelyakin olmuş, yüreğini dağlıyordu. “Benim güzel memleketim” diye iç geçirdi. Evlendikten on gün sonra gitmişti hicret diyarına. Gurbet neydi biliyordu aslında. Ama isteyip de gidememek, gitsen dahi kabul edilmemek katmerli gurbetti.
Gözlerini arabanın ritmine uydurmuş; o nereye savrulsa bakışlarını o yöne kaydırıyor, bir nokta dahi kaçırmak istemiyordu. Otobüsle bu yollardan geçtiği zamanları hatırladı. Şoförün çaldığı gurbet kokan türküleri… O zaman gençlik duygularıyla hep bu kadar acıklı mı olmalı bu türküler diye düşünürdü. Şimdi anlıyordu. Nihayet varmak üzereydiler. Önce köye kıvrılan dönemeç göründü. O nokta her zaman heyecanlandırırdı onu. Kimi zaman kavuşmanın son durağı kimi zaman da ayrılığın ilk noktası olmuştu onun için. Anne babasının onu uğurlamak için ilçeye götürürken tam o köşede göz göze gelişleri, özellikle babasının hemen kızaran gözleri geldi aklına.
Köyünün silueti gitgide belirginleşiyordu. İlk göze çarpan caminin küçük ama parı parıl minaresiydi. “O ezanlar ki şehadetleri dinin temeli” mısraı takıldı diline. Ezan sesine hasret geçen yıllardan sonra minareyi görmek bile yüreğinin ritmini değiştirmeye yetmişti. Cami, hemen yolun girişindeki yokuşun başındaydı. Evler ve tarlalar ise ondan hemen sonra başlıyordu. Her şey bıraktığı gibi duruyordu. Sanki zaman buraya hiç uğramamıştı. Araç yokuşu tırmanıp evlere doğru uzanırken bir anda şoföre seslendi: “Burada ineyim lütfen.” Her halinden buraların insanı olduğu belli olan şoför şaşırdı, ama itiraz etmedi.
Yeniden çocukluğunun toprağına bastığında, birden ayaklarının altından kayıp gidecekmiş gibi hissetti. Biraz olsun güç toparlayabilmek için sıkıca kapıya tutundu ve ücretini ödedi. Taksi şehrin merkezine dönerken o bir tepeciğe doğru yola koyulmuştu bile.
Henüz üç beş dakika geçmemişti ki demir bir kapı çıktı karşısına. Kapının yanında sıra halinde dizilmiş servilerin esintisi yüzündeki ıslaklığa değdikçe içinin ürperdiğini hissediyordu. Buz gibi soğuk kapıya doğru bir adım attı. İçeri girip girmeme konusunda tereddüt ediyordu. Bir süre sonra elleri titreyerek açtı kapıyı. Gözyaşları sicim gibi akıyordu. Bir şey arıyor gibiydi. Sağa sola bakınıyordu, ama belli bir sıra gözetilmeden konmuş beyaz taşlar, bakımsız güler, ayaklarına batan yabanî otlardan başka bir şey göremiyordu. Daha net seçebilmek için gözlerini silerek aramaya devam etti. Aradığını bulmuş olmalı ki olduğu yere yığılıverdi.
Çantasından Kur’ân-ı Kerim’i çıkardı. “Böyle mi olacaktı kavuşmamız?” diye iç geçirdi. Oysa nasıl farklı hayalleri vardı. Defalarca kavuşma anlarını prova yapmışlardı telefonda. Annesi en sevdiği yemekleri hazırlayacak, babası her zamanki gibi önce torunlarına bahçeyi gezdirecekti. Sonra yol arkadaşlarını düşündü. Kimi demir parmaklıklar arkasında eşine, çocuklarına, sıcak bir aşa hasret yaşamıştı yıllarca, kimi de zalimin zulmünden bir nebze kurtulabilmek için kalmaya mecbur bırakıldığı gaybubet evlerinde gece gündüz aynı karanlığa mahkûm edilmişti. Hiçbir suç işlememişken hepsi işinden atılmış, çoğunun malına mülküne el konulmuştu. Hicret yollarında canını, cananını Meriç’in soğuk sularına bırakanlar da olmuştu, öz vatanında tedavi hakkı bile verilmediği için günden güne eriyip dünya hayatını terk edenler de… O günleri hatırladıkça gözyaşları bereketli bir yağmur gibi hızlandı. Eliyle incitmeye korkar gibi okşadığı mezar taşları da gözyaşlarıyla ıslanmıştı. Anne ve babasının kabirlerinin başında, “Bizim de payımıza bu düştü demek” diyerek okumaya başladı Yasin Sȗresini.