1996 yılında İzmir’e taşınmıştık. Henüz kimseyi tanımıyorduk. Ramazan boyunca kimse bizi iftara çağırmamıştı. İstanbul’dan sonra bu gariplik bize zor geliyordu. Bir gün eşim iftara davetli olduğumuzu söyledi. Çocuklar gibi sevinmiştim. Yeni insanlarla tanışacak, burada da dostlarım olacaktı.
İftara bir saat kala esnaf bir abi arabası ile bizi almaya geldi. Hazırlanıp yola koyulduk. Eşim abiye, “Abi konuyu anlatın, hoca hanım da bilsin, ona göre davransın.” dedi. Abi anlatmaya başladı. Mesele kaynana gelin sıkıntısı idi.
Etrafına örnek olmaya çalışan bir beyefendi, bir gün kendisinden beklenmeyen bir şey yapmış. Evinin alt katında bulunan markete gitmiş ve bir şişe içki almış. Parasını ödemek için beklerken kiracısı olan marketçi, 25 yıldır tanıdığı bu kişiyi görmüş ve çok şaşırmış.
Hemen abinin elinden şişeyi çekmiş ve “Gel seninle bir kahve içelim” demiş. Bahçeye çıkıp masaya oturmuşlar. Derdinin ne olduğunu sormuş. “Biz yengenle boşanıyoruz!” cevabını almış. “Siz çok mutlu insanlardınız, sorun nedir?” diye sormuş. Beyefendi şöyle cevap vermiş: “Annem yaşlı, bakmak zorundayım. Artık kendini idare edemiyor. Kardeşimle ortaklaşa bakma kararı aldık. Eşim ‘Ya anan, ya ben’ dedi. Çıkmazdayım.”
Market sahibi,” İstanbul’dan bir hanım hocamız geldi, onunla görüştürelim, belki faydası olur” demiş. Sonra bize ulaşıp bu iftarı ayarlamışlar.
İftara 15 dakika vardı. Araba görkemli bir binanın önünde durdu. Sempatik ve güzel giyimli bir hanımefendi bizi karşıladı. Sofra dizaynı, renk uyumu, her şey mükemmel görünüyordu. Önce oradan buradan konuştuk. İftardan sonra marifetli ellere iltifat, sofraya da teşekkür ettik. “Ne güzel hayatınız var, Allah verdiği nimetleri daim etsin.” dedim. Hanımefendi yavaşça kapıyı kapattı ve konuşmaya başladı:
“Biz boşanıyoruz, askerden oğlumuzun gelmesini bekliyoruz.”
“Bir sebep görünmüyor sanki.”
“Kaynanam, kaynanam… Ah, bir bilsen!”
“Kendisi nerede?”
“Görümcemde. Bir ay orada, bir ay bizde kalıyor.”
“İyiymiş, özleyecek vaktiniz oluyor. Neden anlaşamıyorsunuz?”
“Kaynanam 700 TL maaş alıyor, hepsini görümceme veriyor.“
“Anlaşılan kaynananız sizi görümcenizden daha çok seviyor.”
“Sevse yarısını bize getirirdi.”
“Kayınvalideniz cam parçası gibi olan dünyayı kızına, elmas gibi ahireti size veriyor. 350 TL size getirse, o para için bakmış olacaksınız. Getirmediği için sadece Allah rızası için bakıyorsunuz.”
“Hiç böyle düşünmemiştim. Ancak ben titiz birisiyim. O bize gelmeden perdelere varıncaya kadar yıkıyor, yerleri ovalıyor, çarşafları ütülüyorum. Gel gör ki odasına koyuyorsun, misafir odasından, mutfaktan topluyorsun. Her yeri dağıtıyor. Dayanamıyorum artık.”
“Canım benim, çocuklarım kulak ağrısı çekti. Ben takımlar işledim, köydeki atımın boncuklarını beşiğe taktım. Kulağı sancıdığında onu sallaya sallaya evde dolaştırdım. Nerede uyursa orada yatırdım. Çocuklarım büyüyünceye dek evimde istediğim düzeni kuramadım. Şimdi anne çocuk, çocuklar anne oldu. Senin kocanı büyütürken onun evi de istediği düzende olmadı. Şimdi onu çocuk olarak düşünürsek sabretmek kolay olacaktır. Onun dağıttıklarını toplarken, katladığındaki zahmet kadar rahmetin senin olduğunu, cennetinin katlandığını düşünürsen, sıkıntı gibi görünen bu durumdan lezzet almaya başlayacaksın.”
Sözüm bitmişti ki yedi yaşındaki kız çocuğu, “Ama teyze, babaannem tabağında yemek bırakıyor.” dedi. Beni bu çok üzmüştü. Hanımefendi her şeyi çocuğunun yanında anlatıyordu. İkisini de ikna etmek için biraz düşündüm. Sonra, “Ben yoğurt kaplarını, pet şişeleri atmıyordum. Köylere sohbete giderken onlara hediye olarak götürüyorum. Köylüler çok seviniyordu.” deyip sordum:
“Siz yoğurt kaplarını ne yapıyorsunuz?”
“Çöpe atıyoruz.”
“Bakın, çok güzel balkonunuz ve bahçeniz var. Bir yoğurt kovasını balkona, bir tanesi de bahçeye koyun.”
“Ne olacak ki?”
“Kayınvalidenizin sizi sevdiğini anladım.”
“Nasıl yani?”
“Beş vakit namaz kılan kimsenin bahçesindeki ağaçların zikri, beslediği hayvanların zikri, onun amel defterine yazılır. Kayınvalideniz, ‘Gelinimin iş yapmaktan zikir çekmeye vakti olmuyor. Birkaç lokma bırakayım da kuşlara versin.’ diye düşünüyor.”
“Hiç böyle düşünmemiştim.”
“Ben evlendiğimde kaynanam, kaynanamın anası, kaynanamın kaynanası vardı. Yani üç kaynanam vardı, şimdi birisi kaldı. Kimse dünyada baki değil, herkes yolcu, ama yolculuğun günü belli değil. Geçen gün metroyla Bornova’ya gidecektim. Bir dakika geç kaldım. Kapılar kapanacak anonsu yapıldı ve kapandı. 10 dakika beklemek zorunda kaldım. Ana babanın evladına duası, dostun dosta duası, Peygamberin ümmetine duası kabul olur. Ana baba dua kapısıdır, ne zaman kapanacağı belli olmaz. Bir dahaki aya kayınvalideniz sağ mı değil mi bilemeyiz. Dua kapısı kapanmadan Cennet’e girmeye gayret etmek gerek. Ben kayınvalideme böyle bakıyor ve problem yaşamıyorum. Akıllı insanlar bu tür meseleler sebebiyle aile huzurunu bozmuyorlar.”
Sohbet epey uzamıştı; neredeyse sahura yaklaşmıştık. İzin isteyip ayrıldık. Bizden sonra hanım, kocasına, “Şimdi git, anneni getir, dua kapısı kapanmadan.” demiş. Yıllar sonra o hanımefendi ile bir mecliste karşılaştım. Kulağıma şöyle fısıldadı: “Dua kapısını öğrettin, yuvamı kurtardın, Allah razı olsun.”