Kendi Değerleriyle İnsan

Allah’ın sıfat, isim ve fiillerinin en esaslı bir nokta-i mihrâkiyesi, en parlak aynası, varlık ağacının en mükemmel meyvesi, bütün kâinatın özü, usâresi sayılan insan; muhteva derinliği ve iç zenginliği itibarıyla bütün mükevvenâta denk, damla görünümünde bir derya, zerre çerçevesinde bir güneş, nokta ölçüsünde koca bir kaside ve tırnak kadar hâliyle bütün bir varlığın atlası, en beliğ hutbeler istiabında inkişafa açık bir kelime-i câmia ve bir sırr-ı ilâhîdir.

İnsan, inkişaf etmesi ve ettirilmesi ve yaratılış gayesine göre açılması ölçüsünde o Yüceler Yücesi’nin en parlak aynası, en talâkatlı tercümanı ve bu sınırlı âlemde sınırsızlığın da bir menşurudur. Eşya ancak, onun idrak ve basiret nurları sayesinde temaşa edilen bir meşher, okunan bir kitap hâline gelmiştir. Denebilir ki o, bu potansiyel zenginlik ve derinliğiyle bütün kâinatların ruhu ve topyekün eşya içinde Yaradan’ı en net ve iltibassız gösteren, O’nun en sadık bir şahidi ve hassas bir kıblenüma gibi yanıltmayan bir “Hâlik-nümâ”sıdır.

Yörüngesini bulmuş veya rampasına oturmuş hakikî bir insan, Hakk’ın şahidi olduğu gibi yoldakilerin de rehberidir; onu bulan Hakk’ı da bulmuş ve bütün dağınıklıklardan kurtulmuş olur. Onu müşahede eden, dolayısıyla da olsa değişik tecelli dalga boylarında her şeyi görüp duymuş demektir… Evet, düşünceleri inançları gibi dupduru; tavırları, davranışları, düşünceleri çizgisinde ve her işi rıza hedefli bir insan, görüldüğü hemen her zaman Hakk’ı hatırlatır, iradî olmasa da uğradığı her yerde Hakk’ın şahidi olduğu hissini uyarır.

İlk defa donanım ve mevhibeleriyle, sonra da bu donanım ve mevhibeleri inkişaf ettirip aşkınlığa ulaşmasıyla melekler üstü ufuklarda pervaz eden İnsanlığın İftihar Tablosu, varlık ağacının hem çekirdeği hem de meyvesiydi. İnsanoğlu, mensup olduğu bu ağaç ve onun bu müstesna meyvesiyle ne kadar iftihar etse azdır. Aslında “insan-ı kâmil” denince ilk akla gelen de O’dur. Varlık âleminde, O’nun kadar insanî muhtevasıyla zirveleşen bir ikinci insan göstermek mümkün değildir. Ne var ki, bu yüce meyve de yine, insanlık ağacının meyvesidir. İnsanoğlu “eşref-i mahlûkat (yaratılanların en şereflisi)”, Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm ise bu en şerefli türün iftihar tablosudur.

Bu uçsuz-bucaksız kâinatlar, malzeme değeri-zaman değeri-ibdâ ve inşa değeriyle, getirilip insana bağlanınca, O’nun kıymet-i hükmiyesinin bütün varlığı aşkın olduğu kendi kendine ortaya çıkacaktır. Hatta sadece dünya değil, ukba dahi O’nun inkişaf etmiş hakikati adına planlanmış dense sezadır. O, bu âlemle münasebetlerini devam ettirdiği aynı zamanda öbür âlemi de duymuş, oradaki beklentileriyle buradaki acıları, kederleri yumuşatmış ve o müthiş imanının enginliği ölçüsünde, daha Cennet’e girmeden, vicdanının derinliklerinde hep Cen­netleri yaşamış ve bu duygularını yol arkadaşlarıyla da paylaşmıştır. Bir kere daha tekrar etmeliyim ki O, bu enginliğine rağmen bir insandır ve insanlık tûbâsının da en nurlu meyvesidir.

Gerçi insan, maddesi ve cismaniyeti itibarıyla bu mazhariyetlerden uzak görülmektedir. Hatta kendi mahiyetinden habersiz yaşadığı dönemlerde, diğer canlıların altına bile düştüğü söylenebilir. Ne var ki aynı insan, akıl, iman, vicdan ve ruhuyla şu varlık meşherinin dikkatli bir seyircisi, eşya ve hâdiseler kitabının şuurlu bir mütalâacısı, varlığın satır aralarındaki esrarının da müdakkik bir gözlemcisi ve yorumcusudur. Bu itibarla o, ne kadar önemsiz görünse de, en âlî şeylerden daha aziz, Hakk’a kulluğu içinde sultanlara taç giydiren bir sultan ve küçüklüğüne rağmen kâinatlardan daha muhtevalı, eskilerin ifadesiyle bir “nüsha-i kübrâ”dır.

Böyle en üstün donanımlarla dünyaya gönderilen ve mahiyetindeki istidatlara göre en hayatî hedeflere yönlendirilen bu değerler üstü değerleri hâiz insanoğlunu, ifratlara, tefritlere sapmadan muhteva ve konumuna uygun ele alıp tahlil etme değişik din ve sistemler içinde sadece İslâm’a nasip olmuştur.

İslâm’a göre insan, insan olması itibarıyla üstündür. “Doğrusu Biz insanoğlunu çok şerefli yarattık.” (İsrâ sûresi, 17/70) O, Allah’a, peygambere intisabıyla bu ilk pâyeyi silinmeyecek şekilde perçinler. “İzzet; Allah’a, Resûlüne ve (dolayısıyla da) mü’minlere aittir.” (Münafikûn sûresi, 3/8) Hele inancı istikametinde ortaya koyduğu cehd ve gayretlerle o, âdeta yeryüzünde Hakk’ın gözdesi gibidir. “Bizim yolumuzda gayret gösterip mücahede edenlere, Biz de mutlaka muvaffakiyet yollarını gösteririz; şüphesiz Allah ihsan erleriyle beraberdir.” (Ankebut sûresi, 29/69), “İman edip salih amel işleyenlere Hazreti Rahmân insanların gönlünde sevgi yaratır.” (Meryem sûresi, 19/96)… gibi fermanlarıyla Kur’ân-ı Kerim, hep insanın farklı buudlardaki bu üstünlüğünü seslendirir. Evet, imanı, mücahedesi, salih ameli, yaratılışıyla mazhar olduğu her şey, ondaki insanî değerler üzerine kurulmuş birer bünyan ve onun mahiyet atkıları üzerinde işlenmiş birer dantela gibidir. İnsan, daha sonra elde edeceği mazhariyetlere, şöyle veya böyle, irade, cehd, gayret unvanları altında birer bedel sunar ama, insanlık dediğimiz ilk mevhibe hiçbir karşılık ödenmeden elde edilmiştir ve tamamen cebrî-lütfî ilâhî bir bağıştır.

Bütün insanî münasebetler, bu çerçevedeki mânâ ve muhteva üzerine kurulur ve hep onların üzerinde cereyan eder. İnsan olduktan sonra, kadın olsun erkek olsun, genç olsun ihtiyar olsun, siyah olsun beyaz olsun herkes muhteremdir, masûndur ve dokunulmazlığı söz konusudur; ırzına el uzatılamaz, malına tecavüz edilemez, yurdundan-yuvasından çıkarılamaz, hürriyeti elinden alınamaz, inançlarını yaşaması engellenemez; dahası kendisinin bile kendine karşı bu olumsuzlukları irtikap etmesine müsaade edilemez ve Allah tarafından kendisine bahşedilmiş bu insanî değerleri zedelemesine fırsat verilemez; verilemez zira o, bütün bu değerlere emaneten mâliktir. Gerçek mülk sahibi ise Allah’tır. O sadece bu emanetleri O’na karşı korumakla mükelleftir. Öyle ki o, kendine tevdi edilen bu emanetleri hep gözü gibi aziz bilecek.. kılına bile dokunmayacak ve dokundurmayacak.. gerekirse o uğurda savaşacak ve ölecektir. “Kim malı uğrunda ölürse o şehittir, kim canı uğrunda ölürse o şehittir, kim yakınları uğrunda ölürse o şehittir ve kim yurdu-yuvası uğrunda öldürülürse o da şehittir.”[1] buyuran Söz Sultanı, insana ait bu önemli hakların dokunulmazlığını vurgular ve yaratılışı itibarıyla insanoğlunun bu fâikiyet ve üstünlüğünü ortaya koyar. Şimdilerde insanlık böyle bir anlayışın neresinde? Zannediyorum böyle bir konu bu makalenin çerçevesini aşar.

İman ve sonrası mülâhazalarda da insan, yine en mümtaz bir mazhariyeti hâizdir. Evet, kâinat ve eşya karşısında insan, semalardan daha derin ve meleklerden daha âlîdir. Yerde ve gökte bulunan her şey, kimisi doğrudan doğruya kimisi de dolaylı yollarla ona musahhar kılınmış ve bu konuda ona tasarruf imkânı verilmiştir. Bu musahhariyet ve tasarruf imkânı, insanı bu dünyaya bir misafir olarak gönderen Yaratıcı’nın, onun aczine ve ihtiyacına merhameten tamamen ona bir ihsanıdır. Böyle bir ihsan da ancak, iman şuuruyla sezilip mü’min vicdanıyla değerlendirilebilir. İmanının enginliği ölçüsünde eşyanın perde arkasına uyanmış bir mü’min, bu koskoca kâinatları kendi sarayı gibi görebilir ve canlı-cansız içindeki eşyayı da emrine verilmiş birer vazifeli kabul edebilir.

Bunun bir adım ötesinde, vicdan mekanizmasını harekete geçirip iradesinin hakkını vererek, kalb ve ruhun hayat derecelerinde seyahatler tertipleyip, mânevî zevkler yudumlayan kâmil insanların durumları söz konusudur ki, işin gidip böyle bir mazhariyete dayanmasındaki mânâyı kestirmede zorlandığımı ifade etmeliyim. Potansiyel değerlerini inkişaf ettirip bu zirvelere ulaşan insan için denecek bir şey varsa, o da ifadenin Âkifçesiyle şöyle olmalıdır:

  “Onun mahiyeti hatta meleklerden de ulvîdir.

  Avâlim onda pinhandır, cihanlar onda matvîdir.”

Şimdi acaba, bunca mevhibe ve mazhariyetlerle şereflendirilen insandan beklenen nedir? Bence asıl önemli olan da işte budur. Böyle bir konu üzerinde durulur ya da durulmaz, o ayrı mevzu; ama keşke, insan olmaya terettüp eden böyle önemli bir sorumluluğun şuurunda olabilseydik..!

 

[1] Tirmizî, diyât 22.

Bu yazıyı paylaş