Meâdın, mebdein, hâlin ki üç müdhiş muammâdır…
Durur edvâr-ı müstakbel gibi karşında hep hâzır.
Koşarsın bunların sevdâ-yı idrâkiyle durmazsın,
Hakîkatten velev bir şemme duymazsan oturmazsın.
Serâir perde-pûş-i zulmet olsun varsın isterse…
Düşürmez düştüğün yeldâ-yı hirman rûhunu ye’se:
Emel, meş’al-keşin, bir reh-nümâ hem-râhın olmuşken,
Tehâşî eylemezsin sîne-i deycûra girmekten.
Gelip bir gün tecellî etse mâhiyyât-ı masnûât,
Taharrîden geçer, bir dem karâr eyler misin? Heyhât!
Tutar mâhiyyet-i Sâni’, o en heybetli mâhiyyet
Olur âteş-zen-i ârâmın, artık durma cevlân et!
Tevakkuf yok seninçün, daimî bir seyre tâbi’sin…
Ne zîrâ hâle râzîsin; ne müstakbelle kàni’sin!
—–
meâd: Dönüp gidilecek yer.
mebde: Başlangıç.
edvâr: Devirler.
şemme: Çok az miktar. Koku.
serâir: Sırlar.
perde-pûş-i zulmet: Karanlık perdesiyle örtülmüş.
yeldâ-yı hirman: Uzun mahrumiyet gecesi.
meş’al-keş: Meşale taşıyan.
reh-nümâ: Kılavuz.
hem-râh: Yoldaş.
tehâşî: Korkma, çekinme.
deycûr: Karanlık.
mâhiyyât-ı masnuat: Sanatla yaratılmış şeylerin mahiyetleri.
taharrî: Arama, araştırma.
dem: Nefes. An.
âteş-zen: Ateşe maruz kalan.
ârâm: Dinlenme, huzur.
cevlân: Dolaşma, gezinme, hareket, canlılık.
tevakkuf: Bekleme, durma.
Safahat, İstanbul: Sütun Yayınları, 2007, s. 65.