Hücre Sarayında Bir Temaşa

Muhiddinem, dervişem
Hak yoluna girmişem
On sekiz bin âlemi
Bir zerrede görmüşem
Muhiddin Abdal

 

“Yemin olsun Güneş’e ve onun aydınlığına, onu izlediği zaman Ay’a, Dünya’yı açığa çıkaran gündüze, onu bürüyüp saran geceye, göğe ve onu bina edene, Yer’e ve onu yayıp döşeyene, her bir nefse ve onu düzenleyene.” (Şems, 91/1–7).

Üstad Hazretleri, On Birinci Söze serlevha ettiği Şems sûresinin ilk âyetlerinin tefsirini temsilî bir hikayecikle yapar. Âyetlerde adım adım inşasının resmedildiği kâinat sarayının hikmetini, o saraya “seyirci misafir” olma şerefine erdirilen insanın hilkat muammasını ve yaratılışın odak noktasında olan insanın küllî kulluk vazifesini temsil eden namazın hakikatini, Üstad’ın “Ey kardeş!” seslenişine kulak veren herkes bir miktar fehmedebilir. Bu anlayış bile insanın nazarına istikamet verip seyirdeki niyetini tazelemesine sebep olmaktadır ki bu “Ve keza nazar ile niyet, mahiyet-i eşyayı (varlığın içyüzünü, niteliğini) tağyir eder (değiştirir).”[1] hükmünce, insanın cehlini marifet-i İlahiyeye dönüştürecek bir tesir icra etmektedir. Yıllardır tahsil etmekte olduğu afakî malumata rağmen asıl bilinmesi gerekenleri bilememiş aklın marifet yolculuğu da işte burada başlamaktadır.

Üstad’ın seslenişine kulak vererek mevcudata mânâ-yı harfiyle, yani Allah hesabına nazar eden akıl, sebepler perdesini aralayarak gizli hazineleri keşfe başladı. Kâşife keşfin usulünü talim eden Üstad, “Ey nefis! Kâinatın uzak çöllerine gidip Sâni’in ispatına deliller toplamaya ihtiyaç yoktur. Bir kulübecik hükmünde bulunan içerisinde oturduğun cisim kafesine bak.”[2] der. O kulübecikte, kâinat sarayına dağıtılmış cevherler cemedilmiştir. Gözlerini âfâktan bedenine çeviren akıl, küçük kulübeciğinin büyük bir saray olduğunu fark etti. Kalbe uğrayarak ondan suretin ötesini görebilen gözlerini ödünç alan akıl, bu sarayda dolaşmaya başladı.

Hangi yola girse, kendini hep benzer odacıkların önünde buldu. Akıl bu çeşitliliğe âşina olsa da gireceği odacığı seçmekte zorlandı. Her birine girmesi mümkün değildi, zira bu sarayda yaklaşık 40 trilyon odacık vardı.[3] O yüzden açacağı kapıyı iyi seçmesi gerekiyordu. Bu arada Üstad’ın yardımı yetişti: “Gel, bu müteharrik (hareketli) antika san’atlarına bak. Her birisi öyle bir tarzda yapılmış; adeta bu koca sarayın bir küçük nüshasıdır. Bütün bu sarayda ne varsa, o küçücük müteharrik makinelerde bulunuyor.”[4]

Akıl, sarayın bir parçası olan bu odacıkları cüz olmaktan çıkartıp cüz’î yapan sırrı, yani her bir odanın sarayı temsil eden bir fert gibi olduğunu anladı ve bu şuurla kapılardan birine yöneldi. Aralanan kapının ardından nur saçan parıltılar gözüne ilişti. Saraydaki cevherlerin bir numunesinin bu odacığa sığdırıldığını gördü. Meraka gebe hayretiyle ilan etti: “Bunda büyük bir sır var!” ve adı hücre olan odacığa sordu: “Acaba tılsımın nedir? İçinde nasıl bir sır var?”

On Birinci Sözün temsili hikayeciğindeki gizli definelerin cevherlerini, hakikatte İlahî isimlerin kutsî cilveleri olarak tanımlayan Üstad, bu mukaddes isimlerin, kısımlara ve parçalara ayrılmadan her şeyi kuşattığına dikkat çeker.[5] Bunları işiten akıl anladı ki kâinat sarayında tecelli eden sıfat ve tezahür eden isimler, insan ve hücre sarayında da müşahede edilebilir.

Hücre odacığı, sırlarını hâl lisaniyle yavaş yavaş paylaşmaya başladı. Temaşaya devam eden akıl, hücre sarayında Ferd isminin cilvesinin pırıltısını fark etti. Hücrenin sınırlarını belirleyen hücre zarının vesilesiyle hücrenin enerji kaynağı mitokondri, madde iletiminden sorumlu endoplazmik retikulum, maddeleri depolama, paketleme, salgılama gibi vazifeleri bulunan golgi cisimciği, genetik bilgilerin DNA olarak muhafaza edildiği hücre çekirdeği ve bunlar gibi çok sayıda organel ve molekül, birlik içinde, aynı hükme tâbi olarak bir arada tutuluyor ve çalıştırılıyordu. Akıl bu kadar kesret içinde, Ferd isminin cilvesiyle hücrenin manevî simasına atılan birlik imzasını, ancak yanına aldığı kalbin gözüyle bakınca görebildi. Muhteşem bir fabrikada, hedeflenen ürünü imal etmek için, sistematik ve birbirini ikmal eder tarzda çalışan makinalara benzeyen organeller, öyle bir dayanışma ve birliktelik sergileyerek öyle bir bütünlük teşkil ediyorlardı ki bunların birbirinden ayrılması mümkün değildi.[6] İnsan bedeninden organların sökülüp çıkarılması, bedenin ölümüyle sonuçlanacağı gibi, hücrenin organellerini çıkararak bütünlüğünü bozmak da aynı sonucu verecekti. Hücrelerde temaşa edilen bu Ferdiyet cilvesi, hücrelerin kenetlenerek ve bütünleşerek vazife gördüğü insan bedeninin üzerinde de kendini gösterdi.

Marifeti ziyadeleşen akıl, “Daha yok mu?” diyerek kalbin gözüne hizmet edip hücre sarayındaki gelgitlere, oluş ve bozuluşlara dikkat etti. Gördü ki bu canlı sarayın ayakta kalmasında görev yapan, iç ve dış iletişiminde rol oynayan hücrenin yapı taşı olan proteinler, hassas bir denge içinde, her gün sentez ve yıkım arasında gelip gidiyor. Bu işlerin serseri tesadüfe ve kör kuvvete havalesi, akla imkânsız göründü. Zira dengeden ufak bir sapma bile ciddî hastalıklara yol açarak hercümerce sebep olacaktı. Hücre sarayında bulunan kesrete rağmen kargaşa olmadan sürdürülen bu tahrip ve tamirler, insan sarayının yapı taşı olan hücrelerde, yaptıkları vazifeye uygun bir şekilde, farklı sürelerde gerçekleşen yenilenmelerle kendini gösteriyordu.[7] Sürekli bir şekilde oluş ve bozuluşla çalkalanmalarına rağmen, hücre ve insan saraylarında hayret verici bir denge ve ölçünün hükmetmesi, her şeyi tek bir şey gibi yaratıp idare eden sonsuz bir adalet ve hüküm sahibi Yaradan’a işaret ediyordu.[8] Bu ince, hassas ve harika muvazene ve mizanda Adl ve Hakîm isimlerinin cilvelerine şahit olan akıl, gizli hazineleri keşfetmenin şevkiyle gerilime geçti.

Yeni keşiflerin heyecanıyla akıl, bu sefer hücre sarayının idarî merkezi olan DNA’ya yöneldi. Bir organizmanın gelişip çoğalabilmesi için gereken binlerce ciltlik kitaba denk bilginin muhafaza edildiği DNA, 23 çift kromozom suretinde, hücrenin çekirdeğinde korunuyordu. İnsan sarayının vaziyetini ve keyfiyetini tayin ve tespit işi, kader tarafından DNA’ya ve onu deşifre eden RNA’ya verilmişti.[9] Uç uca açıldığında iki metre olan DNA’nın, 0,001–0,1 mikrometre[10] çapındaki hücrede muhafazasına şahit olan aklın ve kalbin gözlerine Hafîz isminin cilveleri doldu.

Hücrenin çekirdeğinde seyrine devam eden akıl, DNA’yı yakından incelemeye başladı. Gördü ki proteinler DNA’da ilmîvücutlarıyla mevcut, yani fizikî olarak değil kaderî olarak var. Akıl, Alîm isminin bir cilvesini taşıyan DNA’daki ilmin, Kâdir isminin cilvesine mazhar olan RNA ile nasıl maddî vücut giydiğini kalbin gözüyle seyretti.[11] Önce sadece ilmî olarak mevcut olan proteinler, DNA’dan sentezlenerek işte böyle maddî varlık sahasında tezahür ediyorlardı. Akıl, kader şablonuna göre kudret kalemiyle yazılan Rabbani mektupları okuyup sonsuz kudretiyle her yerde izzetini gösteren ve sınırsız ilmiyle her şeyi idare eden Zât’ın eserlerini tefekkür edip ulvî mânâlara açılmakla hakiki vazifesini ifa etti.[12]Akleden kalbde itminan hâsıl oldu.

Mütefekkir akıl, Üstad’ından işittiği “Madde rikkat peydâ ettikçe (inceldikçe) hayat şiddet peydâ eder (şiddetlenir).”[13]hükmüyle anladı ki hücreler insan kadar büyüse, “havâssı (hisleri) hayret-fezâ (hayret verici); hayatı şu’le-feşan (ışık saçan), rü’yeti de (görmesi de) berk-âsâ (şimşek gibi) bir nur-u âsumânî (semavî nur)”[14] olacaktır. Zira kenetlenerek oluşturdukları bünyân-ı marsûsu korumaları da ancak bu harikulade hisler sayesinde mümkündür. Bu hakikatin seyri için, akıl girdiği hücre sarayından çıkarak uzak sarayları birbirine bağlayan uzun ve ince yollara düştü. Damarlar vasıtasıyla insan sarayının en ücra köşelerine dahi ulaşabilen akyuvarlara binerek bağışıklık sisteminin içinde dolaşmaya başladı. Akıl, hastalığa sebep olan patojenleri yiyerek sindiren fagositleri, aynı işlevdeki büyük yiyiciler olarak adlandırılan makrofajları, bağışıklık kazanımından sorumlu olan B hücrelerini ve virüs tarafından enfekte olmuş hücreleri tanıyıp yok edebilen T hücrelerini tanıyarak onları selamladı ve merakla, ibretle ve hayretle seyre durdu.

Vücuda giren zararlı bir madde karşısında, ilk olarak öncü hücreler olan fagositler ve makrofajlar cepheye yöneldiler. Lakin patojenlere karşı bir zafer elde edemediler. İlahî kanunlarla sevk edilen T hücreleri girift bir sistemini tetikleyerek diğer savunma hücreleriyle beraber cepheye yöneldi. Patojenler yok edilerek vücudun bütünlüğü muhafaza edildi. Aynı patojen tarafından yapılacak muhtemel bir saldırıya hazır olmak için, B hücreleri bu tecrübeyi hafızasına kaydetti.[15]Bunlara şahit olan akıl, şimdiye kadar hücre sarayının içinde cilvelerini temaşa ettiği her bir İlahî ismi, bu sistemin içinde de gördü. Hücrelerin kenetlenerek teşkil ettiği bedende Ferd isminin cilvesini, onun bütünlüğünün devamını sağlanmada Hafîz isminin cilvesini, çeşitli hücreleri ve organları kapsayan bu karışık sistemin ince bir muvazene ile işleyişinde Adl ve Hakîm isimlerinin cilvelerini fark etti. Bütün bunların, sınırsız ilim ve mutlak kudret sahibi Zât’ın Alîm ve Kâdir isimlerini gösterdiğini, kesin bir şekilde idrak etti, nuranî mânâları kalbine yerleştirdi.

Temaşa ve tenzih makamında bulunan akıl, muhabbet ve iştiyak vazifesini ancak insan sarayının çekirdeği olan kalbe giderek yerine getirebileceğini derk edince, akyuvarlardan inerek alyuvarlara bindi ve bütüncül nazarıyla doldurduğu marifet peteğini eline alarak huzura doğru ilerledi.

Uzun ince yollar tükendi. Akıl, son durağı olan kalbe girdi. Genişlediğini fark ettiği kalbe, kendisinden ödünç aldığı gözü iade etmeye niyetlenince, kalbin gözbebeğinde akseden nurla karşılaştı ve fevkalade aydınlandı. Şu ana kadar kendini hâkim sanan, Güneş’ten habersiz yaşayıp bildiğine güvenen akıl, o aydınlanmayla hakikati kavradı ve kalbin huzurunda diz çöktü. Kalb, elinden tutup aklı kaldırdı ve onu kendisine refik edindi. Böylece iki deniz birleşti ve âb-ı hayat işte buradan çıktı. Âb-ı hayat öyle çoğaldı ki kalb ve akıl, bu nur denizinin dalgalarına kendilerini salıverdi. Batmayan Güneş’in nurlarını hissedip severek, varoluşun saadet içindeki kemâline erdi.

Kalbden fışkıran âb-ı hayat, her bir hücreye ulaşarak safî sevinci ve şirin sürûru neşretti. İnsanın melekûtî buudu da o âb-ı hayatla yıkanıp sükûna erdi. Böylece mülk ve melekût âlemlerinin kesiştiği kalbe, tarif edilmez sırlar sığdı. Bütün hücreler, hisler, kuvveler ve latifeler, Rahman’ın Kendini sevdirmesine hayret ve muhabbetle mukabele edip hep birlikte “Yalnız Sana ibadet eder, yalnız Sen’den medet umarız.” dedi.[16]

Bu noktada kelimeler tükendi, iradî seyir son buldu ve kalbde arda kalan, Nesimî’nin şu mısralarının yankısı oldu:

Mekânım lâ mekân oldu
Bu cismim cümle cân oldu
Nazar-ı Hak ayân oldu
Özüm mest-i likâ gördüm

Dipnotlar

[1] Bediüzzaman Said Nursî, Mesnevî-i Nûriye, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2007, s. 44.

[2] A.g.e., s. 60.

[3] E. Bianconi ve ark. (2013). “An estimation of the number of cells in the human body”. Annals of Human Biology. 40 (6): 463–71.

[4] Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2010, s. 299.

[5] Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2010, s. 280.

[6] Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2010, s. 395.

[7] M. Fethullah Gülen, “Beynin ve Cesedin Kumandanı Ruhtur”, fgulen.com/tr/eserleri/inancin-golgesinde/Beynin-ve-Cesedin-Kumandani-Ruhtur

[8] Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2010, s. 383.

[9] M. Fethullah Gülen, “Hücre ve Hücredeki Faaliyetler”, fgulen.com/tr/eserleri/yaratilis-gercegi-ve-evrim/Hucre-ve-Hucredeki-Faaliyetler

[10] “Cell Size and Shape”. www.ck12.org/book/ck-12-biology-advanced-concepts/section/3.5/

[11] Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2010, s. 296.

[12] Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2010, s. 132.

[13] A.g.e., s. 796.

[14] A.g.e., s. 797.

[15] Anna-Karin E. Palm, Carole Henry, “Remembrance of Things Past: Long-Term B Cell Memory After Infection and Vaccination”, Front. Immunol., 31 July 2019.

[16] Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2010, s. 132.

Bu yazıyı paylaş