Vera’; lügat ve kamuslarda; “uygunsuz, yakışıksız ve gereksiz şeylerden sakınma, haram ve yasaklara karşı da titiz davranma, tetikte olma.. veya memnu şeylere girme endişesiyle, bütün şüpheli hususlara karşı kapanma” mânâsına hamledilmiştir. Bu, دَعْ مَا يَرِيبُكَ إِلٰى مَا لَا يَرِيبُكَ “Sana kuşku vereni bırak, şüphesiz olana geç.”[1] İslâmî prensibine ve اَلْحَلَالُ بَيِّنٌ وَالْحَرَامُ بَيِّنٌ  hadisinde[2] anlatılan gerçeğe belli mutabakat noktalarında bir misliyet görünümü arz eder.

Sofîlerden bazıları vera’ı; yakînin sıhhati, davranışların istikameti ve Cenâb-ı Hak’la münasebetlerde de âlî himmet ve temkinli olma şeklinde yorumlamışlardır.

Bir ehl-i dil onu, “Göz açıp-kapayıncaya kadar olsun Hak’tan gafil olmamak..” bir diğeri, “Hayatın her lahzasında, O’ndan başka her şeye kapalı kalmak..” daha bir başkası ise, “Hâliyle veya diliyle hak yolcusunun dünya ve ehl-i dünyaya tezellül ve tenezzülde bulunmayıp, bütün varlığı ve kendini aşması” şeklinde tarif etmişlerdir ki:

تَوَرَّعْ عَنْ سُـؤَالِ الْخَلْقِ طُرًّا      وَسَلْ رَبًّا كَرِيمًا ذَا هِبَاتٍ

وَدَعْ زَهَرَاتِ الدُّنْيَا كَاللَّوَاتِي     تَرَاهَـا لَا مَحَالَةَ ذَاهِبَاتٍ

“Zinhâr halka dilencilik etmekten sakın! Ve istediğini sadece keremi çok engin Rabbinden iste! Bir gün mutlaka geldiği gibi gidecek olan dünyanın ziynet ve debdebesini bırak!” sözleri bu mülâhazayı çok güzel ifade eder.

Vera’ı; hayat ve davranışlarını gerekli, lüzumlu ve ötelere uzanan şeylere kilitleyip, lüzumsuz, fâni ve zâil şeylerin gerçek konumlarını kavrama şuuruyla hareket etme şeklinde de yorumlayabiliriz ki; مِنْ حُسْنِ إِسْلَامِ الْمَرْءِ تَرْكُهُ مَا لَا يَعْنِيهِ  yani “Kıvamında ve kendi iç güzellikleriyle yaşanan Müslümanlık, mâlâyâniyâta karşı kapalı olan Müslümanlıktır.”[3] ölçüsü de bunu hatırlatıyor olsa gerek…

Pend-i Attar sahibi, Attarca üslûbuyla bu düşünceye hoş ve enfes bir ses katar:

تَـرسْـكَارِي اَزْ وَرَعْ پَـيْدَا شَـوَدْ  هَرْ كِه بَاشَدْ بِي وَرَعْ رُسْوَا شَوَدْ

بَا وَرَعْ هَرْكَسْ كِه خُودْ رَا كَردْ رَاستْ   جُنْبُشُ و اٰرَامَشْ اَزْ بَهرِ خُدَاستْ

اٰنْ كِه اَزْ حَقْ دُرُسْــتِي دَارَدْ طَمَعْ        دَرْ مَحَبّتْ كَاذِبَشْ دَانْ بِي وَرَعْ

“Vera’ duygusundan Allah korkusu peydâ olur, vera’sız kimse ise kıyamette rüsva olur. Kim ki vera’ çizgisinde istikametini buldu, onun duruşu da kalkışı da hareketi de sükûnu da Allah için oldu. Bir kimse ki, Hak dostluğunu umar, eğer vera’ yoksa, o kimse muhabbet iddiasında yalancıdır.”

Vera’, zâhir ve bâtın buudlarıyla yerine getirilmesi kulluk borcu umumî bir ameldir. Vera’ yolcusu, takva ile ulaşılan zirvelerde dolaşırken, bir taraftan zâhiriyle, emr u nehiylerin azat kabul etmez kölesi olarak hayatını onlarla örgüler.. ve “Allah için işler, Allah için başlar”,[4] Allah için oturur, Allah için kalkar. Allah için yer, Allah için içer, “lillâh, livechillâh dairesinde hareket eder”,[5] diğer taraftan da bâtınını “Hazîratü’l-Kuds”ün izdüşümü hâline getirerek, kalbindeki “Kenz-i Mahfî” ile halvet olur ve bütün bütün ağyâra kapanır. Yani O’na götürmeyen düşüncelerden uzaklaşır.. O’nu hatırlatmayan görüntülere sırtını döner, O’nu söylemeyen beyanlara –onlara beyan denecekse– kulaklarını tıkar ve O’nun kıymetler listesine girmeyen şeylerden de elini-eteğini çeker.

İşte bu mânâdaki vera’, insanı Allah’a amûdî (dikey) olarak yükseltir. Bundandır ki, Cenâb-ı Hak, Hz. Musa’ya: “Bana yaklaşmak isteyenler vera’ ve zühd gibisini bulamamışlardır.”[6] ferman eder.

Asr-ı Saadetle insanlığın tanıdığı vera’, tâbiûn ve tebe-i tâbiîn döneminde âdeta semavîleşti ve her mü’minin gaye-i hayali hâline geldi. Bu dönemde idi ki, Bişr-i Hâfî’nin kızkardeşi, Ahmed İbn Hanbel’e gelerek: “Yâ İmam! Ben çok defa dam üstünde iplik büküyorum.. bazen de devlet memurları ellerinde meşaleler oradan geçiyorlar ve elimde olmayarak o ışıktan da istifade etmiş oluyorum.. bu ipliğe haram karışıyor mu?” deyince, koca imam hıçkıra hıçkıra ağlar ve “Bişr-i Hâfî’nin hânesine, şüphenin bu kadarcığı bile bulaşmış bir şey girmemeli.” fetvasını verir.[7]

Ve yine bu dönemde idi ki, gözü bir kere harama ilişen biri, bütün bir ömür boyu “Günahım!” deyip feryat ediyordu. Evet bu dönemde idi ki, bilmeyerek haram bir lokmanın girdiği mide istifrâğa zorlanıyor ve bunun için günlerce gözyaşı dökülüyordu.[8]

Yanlışlıkla cebine koyduğu başkasına ait bir kalemi sahibine ulaştırmak için Merv’den Mekke’ye yolculuk yapıldığını, bunlardan birinin kahramanı olan büyük muhaddis, üstün fakih ve derin zâhid İbnü’l-Mübarek anlatıyor.[9]Üzerinde başkasına ait bir hak var olduğu mülâhazasıyla, alacaklıya, ömrünün sonuna kadar hizmetkâr olmaya azmetmiş insan sayısı hiç de az değildi. Meşhur zâhid Fuzayl b. İyâz bu vadinin kahramanlarından sadece biridir. Ve bu aydınlık dünyada daha niceleri..!

Evliyâ, tabakat ve menkıbe kitapları bu altın insanların ruhanîleri aşan hayatlarıyla lebâleb.. bu sahifeler, onlara sadece hatırlatma ölçüsünde açılıyor. Şayet hatırlatabiliyorlarsa.?

 

اَللّٰهُمَّ حَبِّبْ إِلَيْنَا الْإِيمَانَ وَزَيِّنْهُ فِي قُلُوبِنَا وَكَرِّهْ إِلَيْنَا الْكُفْرَ وَالْفُسُوقَ وَالْعِصْيَانَ وَاجْعَلْنَا مِنَ الرَّاشِدِينَ

وَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَأَصْحَابِهِ الْمَهْدِيِّينَ

Bu yazıyı paylaş