Zulmü irtikâp eden memurların ve alkışlayan insanların, bu zulmü görmelerine engel olan perde, mazlumun iniltisini duymamak için kulaklarına akıttıkları kurşun, acıları hissetmemek için vicdanları taşlaştıran hastalık ne olabilir?
Kurgu bir darbe bahanesiyle binlerce insan, bir gecede terörist iddiasıyla damgalanıp kötülük imparatorluğunun zulmüne maruz kaldı. Bu zulüm, tarihteki misallerini aratmayacak nitelikteydi. Kurdukları menfaat şebekesinin çökmesinden endişe eden devlet görünümlü çete, yüzbinlerce insana her türlü zulmü yapmaktan çekinmedi.
Şehirlerin sokaklarında Ebu Leheb ruhuyla dolaşan bu yapı, ellerindeki medya ve devlet organlarını kullanarak halkı bu kitlesel suça ortak edip “kötülüğü sıradanlaştırdı.”
Nazi vahşetine şahit olmuş siyaset bilimci Hannah Arendt (1906–1975) kötülüğün sıradanlaşmasını, Nazi bürokratı Otto Adolf Eichmann’ın yargılanmasını anlattığı kitabında etraflıca işler.[1]
Eichmann, Nazi Almanya’sında Yahudilerin tehcir edilmesini organize etmiş ve on binlerce masum insanın ölümüne sebebiyet vermiş, yüksek rütbeli bir SS yetkilisidir. Nazizm’in çökmesinden sonra Arjantin’e kaçmış, 11 Mayıs 1960 tarihinde yakalanıp Kudüs’te yargılanmış ve asılarak idam edilmiştir.[2]
Arendt, bu eserinde zalimlerin ve zulme ortak olanların psikolojisini tahlil eder. Arendt, “Eichmann son derecede normal” bir insandır der ve şunları aktarır: “Yarım düzine psikiyatrist ‘normal’ raporu vermişti. Söylenenlere bakılırsa, içlerinden biri ‘Benden, onu muayene ettikten sonraki halimden her hâlükârda daha normal’ demişti; bir diğeri ise genel itibarıyla psikolojik durumunun, eşine ve çocuklarına, annesine ve babasına, kardeşlerine ve arkadaşlarına karşı tavrının ‘normal olduğunu, hatta insanların çok hoşuna gittiğini’ söylemişti.”[3]
Arendt’e göre, kötülük yapan bir insan, kötülük yaptığını düşünmez; sadece belirli bir sistem içinde doğru ve uygun hareket ettiğini (emirleri uyguladığını) düşünür. “Kötü” olarak nitelendirilen insanlar, kendilerini kötü olarak görmezler. Hatta onca zulüm ve yıkımlarına rağmen kendilerini “ıslahçı” olarak görürler.[4]
Onlara göre asıl mağdur kendileridir. Bu mağduriyetlerinin sebebi, kendi hayatlarında karşılaşmış oldukları zorluklardır. Bu şekilde kötülüklerini kendi zihinlerinde meşru kılarlar. Başka insanları mağdur ettiklerinde, bunun sorumlusu olarak bu mağdur insanları görürler.
Böyle bir ortamda bir de halk “Devlet bir şey yapıyorsa haklıdır.” anlayışını benimsemişse, bu durum, “zulüm erkânı”nın işini daha da kolaylaştırır. Halktan aldıkları destekle katmerli zulümler irtikap etmeye başlarlar. Tam bir kısır döngünün oluştuğu böyle bir atmosferde, devleti ele geçiren menfaat şebekesi, tiranlığa dönüşür. Birbirlerinden aldıkları güçle zulümlerini meşru görmeye başlarlar. Devlet yetkilileri ve millet “mağdur” olduklarına inandıklarından, buna sebep olan herkesi, bir an önce yok edilmesi gereken düşman olarak telakki ederler.
İşte organize olmuş zulmün bu aşamasında, Hannah Arendt, kurbanını daha darağacına çıkmadan yok etmeyi beceren bir sistem olan Nazizm’in, düşman ilan ettiği insanların şahsiyetlerini nasıl yok ettiğine dair şu tespitte bulunur:
“Nazizm, zulmettiği insanları birer potansiyel suçlu olarak kamplarda toplamadan önce bunun alt yapısını oluşturmak için başlattığı ve kamplarda devam ettirdiği ‘aşağılama ve ötekileştirme’ siyaseti ve beraberindeki kanunî düzenlemeler ve baskılarla temel hak ve özgürlüklerden yoksun bırakmış ve böylece hukuk önünde öncelikle onların kişiliğini yok etmiştir… Nihaî olarak da bütün insanî niteliklerden arındırılarak gereksiz kılınan insan görünümündeki yaratıkların bedenlerini fiziksel olarak imha etmiştir. İşte Nazizm’in insanlığı dehşete düşüren ve bir anlam verilemeyen hazin zaferinin kısa özeti budur.”[5]
Nazizm veya benzeri faşizm mayalı totaliter rejimlerin temel vasfı budur. Kendilerine bir düşman seçer, elindeki medya ve devlet imkânlarıyla kamuoyunu manipüle eder, rakiplerinin düşman olduğuna taraftarlarını inandırır, onlara en aşağılık hakaretleri yapar, itibar suikastına maruz bırakır, inanmayanları kurgu mahkemeler ve zindanla korkutur, düşman seçilen kitlenin suçsuzluğunu haykırana “Sen de onlardansın!” diyerek atf-ı cürümde bulunup işi zamana yayarak bütün kötülükleri sıradanlaştırır.
Bütün bunların üzerine halkın, devlet eliyle işlenen suçların kapsamını öğrenme hususundaki isteksizliğinden istifade eder; millî duyguları bir afyon gibi kullanarak kitleleri mankurtlaştırır, dinî duyguları istismar ederek insanî zaaf ve boşlukları sû-i istimal eder.[6]
Totaliter rejimlerde halk ne kadar eğitimsiz olursa o kadar kolay yönetilir. Faşizan söylemlerle, “Gidersek ülke yıkılır.” ve “iç ve dış düşmanlar” argümanlarıyla kitleleri rejimden razı etmeye çabalarlar.
Bu tür rejimlerde, propaganda radyasyonuna maruz kalmış halk, devletle sembiyotik bir ilişki içine girer. İnsan haysiyetine yakışmayacak tarzda verilen yardımlarla hayatlarını idame ettirirler. Üretmeden, vergi vermeden tüketirler ve vergi vermedikleri için de devleti yönetenlerin hatalarını sorgulamazlar. Sorgulamak bir tarafa, devleti yönetenlerin hatalarını cesurca haykıranlara, onların suçlarını ortaya çıkaranlara, devlet eliyle işlenen suçlara ortak olmamak için her türlü riski alanlara “hain” nazarıyla bakarlar. Gerçek mağdurların kendileri olduğunu düşünürler. Devlet eliyle medya üzerinden yapılan propaganda ile bu zillet bir araya gelince, ortaya akıl almaz zulümler çıkar.
Böyle bir halk, izzet ve hakperestlik gibi faziletlerden mahrum kalıp cehalete ve zillete razı olunca, hadiselerin üzerine ancak menfaatleri nispetinde gider. Totaliter rejimler yıkılıp gidince halk gerçeği anlar, ama artık çok geçtir.
İnsanlar arasında tıslayarak dolaşan faşizm yılanının zehrini akıttığı vakalardan biri de 9 ve 10 Kasım 1938’de yaşanan “Kristal Gece” isimli hadisedir. Bu gecenin resmî ismi, Kasım Kıyımı’dır (Novemberpogrom).
Tek adam rejimi ile yönetilen Nazi Almanya’sında, devlet ve emri altındaki çetelerin organize ettikleri bu zulüm, faşizmle efsunlanmış halkın destek verdiği kara bir gece olarak tarihe geçmiştir.
Olayların “Kristal Gece” diye anılmasının sebebi, o gece yağmalanan ev ve dükkânların kırılan camlarının, sokak lambalarının ışığıyla parlamasıdır.
Hadiseler, Alman devletinin ailesine zulmettiğini düşünen 17 yaşındaki Polonya asıllı Yahudi Herschel Grynszpan’ın, Alman diplomat Ernst vom Rath’ı 7 Kasım 1938’de Paris’te öldürmesiyle başlar.
Bu suikast, Nazilerin Yahudilere karşı yürüttükleri ötekileştirme kampanyasını fiile dönüştürmesi ve soykırımı başlatması için tam bir “lütuf” olur. Nazi rejiminin propaganda bakanı Joseph Goebbels, bu suikastın Alman milletine karşı düzenlenmiş planlı bir saldırı olduğunu ileri sürerek Yahudilerden bunun intikamının alınması gerektiğini ısrarla dile getirir.
Olaylara Hitler aşkıyla büyülenmiş gençler ve Nazi çeteleri de katılır. Gaddar gürûhlar için tam aranan gündür ve binlerce ev ve işyeri yağmalanır. Yukarıdan gelen emirle güvenlik güçleri altı gün süren bu kıyıma müdahale etmez.
Faşizmin canavarı, Almanya’nın bütün sokaklarında kan akıtır. İşin en korkunç boyutu ise daha düne kadar komşu, arkadaş, dost ve akraba olan Almanların, yapılan katliamı sevinç gösterileri ile alkışlamalarıdır.[7] Zira o gün zihinlerine bir “deli gömleği” gibi giydirilen faşizm, kalb ve kafaları esir almış, onları duygusuz, hissiz ve muhakemesiz yığınlara dönüştürmüştür.
Kristal Gece olayları ile başlayan süreçte 400 kişi öldürülür, 1400 sinagog ateşe verilir, binlerce işyeri, ev ve Yahudi mezarı tahrip ve yağma edilir.[8] Olaylardan sonra 30.000 Yahudi toplama kamplarına gönderilir; yüzlercesi bu kamplarda gördükleri kötü muamele sonucu hayatını kaybeder.
Bu mezalimin üzerine Naziler, çıkan olaylar ve oluşan zarardan Yahudi toplumunu sorumlu tutar. Aç canavar dönüp bir de diş ve tırnağının kirasını ister ve Yahudilere 1 milyar mark (7 milyar dolar) para cezası kesilir.[9]
Bir suikastla fitili ateşlenen ve kitlelerin de destek vermesiyle bir faciaya dönüşen Kasım Kıyımı, bir topluluğa karşı yürütülen düşmanlaştırma kampanyasının, devlet eliyle nasıl bir soykırıma dönüştüğünün acı bir örneğidir. Zira bu gece, sonu gaz odalarına giden facianın ilk adımıdır.
Yaşananlar, Kristal Gece’ye şahitlik edenlerin hafızalarında çok derin izler bırakır. Lore Confino (kızlık soyadı ile Jacobi) bunlardan biridir. O günlerde okul çağında olan Confino yaşadıklarını söyle anlatır: “Naziler o zaman sinagogları yaktılar ve Yahudilerin evlerini darmadağın ettiler. Philanthropin’in arkasındaki Scheffelstrasse’de oturuyordum. Naziler oraya demir sopalarla geldiler. Babam kapıda durdu ve Birinci Dünya Savaşı’nda başçavuş olarak kazandığı iki madalyayı gösterdi. Bu sayede bize bir şey yapmayacaklarını umuyordu. Ancak onu kenara ittiler, hepimizi (babamı, büyükannem ve büyükbabamla beni) mutfağa soktular. Daha sonra demir sopalarla mobilyalara ve tabak çanaklara vurulduğunu duyduk. Büyükannem bizi öldüreceklerinden emindi. Sonra bir anda her şey sessizleşti. Mutfaktan çıktık ve evimizin darmadağın olduğunu gördük. Mobilyalar kırılmış, annemin sevgiyle topladığı kitaplar yerlere saçılmış ve birkaç tanesinin üzerine mürekkep dökülmüştü. Perdeler yırtılmıştı ve bütün ev anlatılamayacak kadar kötü bir duruma getirilmişti. Çok daha kötü olayların yaşanacağının işareti olan ‘Kristal Gece’ yüzünden İngiltere’deki akrabalarımız beni oraya çağırdılar. Babam beni uğurlamaya istasyona geldi. Yaşadığı üzüntü yüzünden aynı gece bir kalp krizi geçirdi ve üç ay sonra öldü.”[10]
İnsanlık düşmanı çeteler, bugün de kötülüğü sıradanlaştırmaya, kitleleri faşizmle büyülemeye, irtikap ettikleri katmerli zulme rağmen mağdur rolü oynamaya ve işledikleri insanlık suçlarını 15 Temmuz sahte darbesi bahanesiyle meşru göstermeye devam ediyor.
Kurgu darbe sonrası oluşturulan kaotik ortamda yüzlerce eğitim kurumu kapatıldı, binlerce iş adamının işyerlerine el konuldu, gasp edilen mal varlığı yandaşlara peşkeş çekildi, kitabevleri yağmalandı ve kışkırtılan halk kitapların üzerinde tepindi.
500 bin insan sorgudan geçirildi, on binlerce insan zindanlara yollandı, işkenceye maruz kaldı ve ülkelerini terk etmek zorunda bırakıldı. Bunca zulme tahammül edemeyen yüzlerce insan vefat etti.
Devleti elinde tutan ve her türlü suça bulaşan bu yapı, ne türlü propaganda yaparsa yapsın yargılanacak ve “en büyük suçlular” olarak tarihe geçecektir; tıpkı kendilerine örnek aldıkları zalimler ve şürekâsı gibi. Nitekim Hitler’in sağ kolu Goebbels 1943’te, “Ya gelmiş geçmiş en büyük devlet adamları ya da en büyük suçlular olarak tarihe geçeceğiz.” demişti.[11]
Yazımızı bir âyet-i kerimeyle noktalayalım:
“Ey milletim! Siz var gücünüzle elinizden geleni yapın, ben de vazifemi yapıyorum. Zelil ve perişan eden azabın kime geleceğini ve asıl yalancının kim olduğunu yakında bilip öğreneceksiniz. Gelecek azabı gözleyip bekleyin, ben de gözlüyorum.”[12]
Dipnotlar
[1] Hannah Arent, Kötülüğün Sıradanlığı, İstanbul: Metis Yayınları, 1994.
[2] en.wikipedia.org/wiki/Adolf_Eichmann
[3] A.g.e., s. 61–62.
[4] Bakara, 2/11.
[5] Kemal Bakır, “Hannah Arendt’te Kötülük Problemi”, Kaygı: Uludağ Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Felsefe Dergisi, Sayı 25, Bahar 2015.
[6] Sızıntı, Kasım 1997, Cilt 19, Sayı 226.
[7] www.lpb-bw.de/reichspogromnacht
[8] www.zukunft-braucht-erinnerung.de/die-kristallnacht-luege/
[9] en.wikipedia.org/wiki/Kristallnacht
[10] Benjamin Ortmeyer, Hitler Karanlığında Okul Yılları: Analizler, Belgeler, Raporlar, çev. Derya Kaya, Doa Atayman, Z. Ece Kaya, Frankfurt am Main: Protagoras Academicus, 2010, s. 139–140.
[11] Arent, a.g.e. s. 31.
[12] Hud, 11/93.