Kelimeler, lügat mânâlarından daha fazla şey ifade ederler. Bazı kelimelerin işaret ettikleri fiillerin failleri öyle meşhur olurlar ki daha sonra onların yolunda giden ve benzer fiilleri işleyenler artık o sıfatlarla anılırlar. Bu konuda “diktatör” ve “firavun” kelimeleri misal olarak verilebilir.
“Diktatör” kelimesi Latince kaynaklı olup “dikte ettiren, emir veren” mânâsına gelir. Istılahta ise kanun tanımayan, mutlak ve sınırsız yetkiyle ülkesini yöneten, otoriter idarî sistemin zalim yöneticisi olarak tarif edilegelmiştir.
“Firavun” kelimesi ise, Eski Mısır dilinde “büyük ev” anlamına gelmektedir. Mısır’daki Eski Krallık Döneminden (M.Ö. 2686–2181) itibaren rastlanan bu kelime, aslında krallık sarayını ve orada oturanları ifade ediyordu.[1] O günlerde Mısır yönetimini elinde tutan hanedana verilen bir isimdi.
Kur’ân-ı Kerim’de 74 yerde geçen “firavun” kelimesinin, bir şahsı sembolize etmesinin ötesinde bir zihniyeti, ideolojiyi ya da topluluğu temsil ettiği tespiti yapılabilir. Zira bu âyetlerde ailesinden, danışmanlarından, kavim ve askerlerinden de bahsedilir.
Bu tanımlardan yola çıkarak Firavun ve avenesinin kurdukları sisteme diktatörlük denilebilir.
Bir diktatörlüğün ortaya çıkması ve şekillenmesindeki sebepler şu başlıklar altında incelenebilir:
Psikolojik Sebepler
Firavun kendisini ülkenin yegâne sahibi olarak görür ve şürekasıyla birlikte yönettiği ülkenin yer altı ve yer üstü kaynaklarının kendisine ait olduğunu düşünürdü. Son derece narsist bir yapıya sahipti. Kur’ân-ı Kerim bu psikolojiyi şu âyetiyle ifade eder:
“Ey kavmim! Mısır mülkü ve altımdan akıp giden şu ırmaklar benim değil mi?” (Zuhruf, 43/51).
Kadim diktatörler ile modern diktatörlerinin psikolojisi birbirine benzer. Henry Murray, 1938’de yayımlamış olduğu bir raporda, Hitler’in sergilediği kişilik yapısını, “tepkisel narsisizm” olarak tarif etmiştir. Diktatörler hakkında şöyle der Dr. Murray: “Bu tür kişilik yapısında olanlar, gerçek veya hayalî düşmana karşı söz, hakaret veya dürtü ile kolayca uyarılabilirler: Eleştiriye tahammülleri yoktur. Karşısındakine asla tolerans tanımazlar, hoşgörüsüzdürler. Şükran duygusundan yoksundurlar. Kendilerini ifade etme becerileri zayıftır. Başkalarını küçümsemekten, kabadayılık etmekten çok hoşlanırlar. Her olayda suçu başkalarına atma eğiliminde olurlar. İntikam isteğiyle yanıp tutuşurlar. Yenilgiyi kabul etmezler. Aşırı ölçüde bencildirler, daima kendi çıkarlarını düşünürler. Kendilerini çok beğenirler ve kendilerine çok güvenirler. Şaka yapma yetenekleri yoktur.”[2]
Fathali Moghaddam ise Diktatörlüğün Psikolojisi adlı eserinde şu tespitte bulunur: “(Yakın tarih ve günümüzde) diktatörün şekillenmesinde sosyal, ekonomik, kültürel, coğrafî faktörlerin ve de akla gelmeyen daha birçok etkenin payı vardır. Üzerinde durulması gereken diğer bir nokta ise, diktatörlüğün doğuşunu ve sürekliliğini etkileyen tüm bu etkenler arasında, psikolojik faktörlerdir.”[3]
Diktatörün Çevresi
Firavun’un kurduğu diktatörlük yapısı, yakınlarını zenginleştiren, refah içinde yaşatan bir sistemdir. Firavun’un erkânı, onun iktidarı üzerinden beslendiği için yıkılıp gitmesinden endişe eder. Onların bu korkuları liderlerine bağlı oldukları ve ülkelerini çok sevdikleri için değil, kurdukları menfaat şebekesinin orta direğinin Firavun olmasındandır. Elde ettikleri makam ve servetlerinin bir sonraki Firavun döneminde ellerinden gideceği korkusuyla tir tir titrerler.
Hazreti Musa’nın (aleyhisselâm) daveti ve husule gelen mucizelerden sonra Firavun’un az da olsa yumuşaması ve belki de iman etmeyi düşünmesinden sonra araya giren Haman’ın, “Şimdi sen kendisine tapılan bir rab iken secde mi edeceksin?” diyerek onu vazgeçirmesinin saiklerinden birisi de Haman gibi iktidar beslemelerinin konum, makam ve servetlerini kaybetme korkusu olduğu tespiti yapılabilir. Mamafih sistem Firavun’un “rab” (!), yani “tek adamlığı” üzerine kurulmuştur ve onun Hazreti Musa’nın (aleyhisselâm) dinine girmesi, artık o dinin hakikatlerine ve prensiplerine göre ülkeyi yöneteceği mânâsına gelmektedir.
Heva ve hevese göre değil, evrensel hukuk normlarına göre bir yönetim, saray beslemelerinin ödünü koparıyordu. Dolayısıyla Firavun’un diktatörlüğü ve tek adamlığı devam etmeliydi. İşte bu sebepten Firavun, “Ben sizin en yüce rabbinizim!” dediğinde, danışmanları, “Hayır, sen rab olamazsın!” demek yerine, onu tasdik etmişlerdir. Mabeyn-i hümayunu onu, asırlarca zalimliğin ve diktatörlüğün sembolü olarak anılacak bir ortam içinde yaşatmıştır. Bu durum, rejimin ayakta kalması ve elitlerin sömürü sisteminin devam etmesi için şarttır. Bu sadakat paylaşılan bir ideolojiye mutlak bağlılıkla sağlanmaktadır. İktidardaki güç zehirlenmesine mârûz kalmış olanlar, kendilerine tâbi olanları, ideolojiye körü körüne bağlılıkla kontrol altında tutarlar.
İslam ülkelerindeki diktatörler ise dini, kendi boşluklarını doldurmak için tıpkı bir dolgu maddesi gibi kullanırlar.[4]Müslüman ülkelerdeki yöneticileri eleştirmek vatan hainliğinin de ötesinde dini eleştirmek gibi bir algıya dönüşerek liderin her sözü ve hareketi kutsanır hâle gelir. Böyle bir vetirede lider hukukun üstünde, yargılanamaz ve eleştirilemez bir konuma yerleştirilir. Bu durum en çok saray etrafındaki menfaatperestlere yarar.
Esasen Firavun’un “ilah” olarak addedilmesinden maksat, halkının üzerinde tahakküm kurmasını sağlayan saltanatıdır.[5]Böyle bir saltanatın yıkılması durumunda enkaz altında kalacak ilk grup saray erkânı olacağından, elbirliği ile Firavun’un saltanatını ayakta tutmaya gayret etmişlerdir. Bunların başında Haman ve Karun gibi kimseler ve sihirbazlar gibi gruplar vardır.
Halkın %99’unun kontrol altında tutulması ve sınıflar arası eşitsizliklere boyun eğmelerinin sağlanması, harcı ideolojik çimentoyla karılmış hükmeden elitin elinde tuttuğu kaba güçle mümkün olabilir.[6] Firavun ve ekibi de muhaliflerini korku ve tehditle susturmaya çalışmışlardır. “Benden başkasını tanrı edinirsen, yemin ederim ki seni zindanlarda süründürürüm!” (Şuara, 26/29) diyerek iktidarını eleştiren, kabul etmeyen herkesi cezalandırmakla tehdit etmiş, hatta onun iyiliği için söylenen sözleri bile “hakaret” olarak görmüş ve insanları zindanla korkutup susturmaya çalışmıştır.
Gerçeklere Gözünü Kapatan Bir Toplum ve Medya
Firavun ve etrafındaki menfaat şebekesi, günümüzdeki medya organlarının yaptığı gibi, sihirbazlar vasıtasıyla halkı uyutuyordu. Kur’ân-ı Kerim’de buyurulduğu gibi, onları “küçümseyip hiçe sayıyordu.” (Zuhruf, 43/54). Âyetin devamı ise şu şekildedir: “Onlar da firavuna boyun eğip bu durumu kabullendiler. İşin aslı onlar, yoldan çıkmaya açık, fâsık olan bir kavimdi.” Böyle bir topluluk, tıpkı idarecileri gibi fısk içinde olunca daha kolay idare edilir, Firavun ve ekibinin günah ve suçlarını görmezden gelir, hatta “Yöneticilerimiz bile yapıyor.” diyerek her türlü suça ortak olup isyan deryasına onlarla birlikte yelken açarlar.
Müfessir Suat Yıldırım, Zuhruf suresindeki bu âyetin tefsirini şu şekilde yapar: “Bir dikta yönetimi hukuku çiğner, çevresindeki menfaatçi dalkavuklarla bir oligarşi kurar, dürüst ve erdemli insanları susturursa, açıkça söylemese bile halkını hiçe saymış demektir. Halk da fâsık ise; hak, bâtıl, erdem onlar için önemsiz olduğundan sürü gibi ona uyarlar. Zulme, şahsiyetsizliğe boyun eğer, ses çıkarmazken, hakkı tutan bir ses yükselirse, onu sustururken sesleri yüksek çıkar. İşte bunlar zilleti kabul ettiklerinden, hiçe sayılmaya müstahak olmuşlardır.”[7]
İftirak
Diktatörlük üzerine kurulu menfaat şebekesinin en temel korkusu, sömürdükleri halkın uyanması ve hakikatleri görmesidir. Kur’ân-ı Kerim; Firavun ve adamlarının, halkın uyanmaması, kolay yönetilmeleri, her türlü zulme rıza göstermeleri ve yöneticilerinin günahlarına ortak edilmeleri için fitne ve iftirak silahını kullandığını anlatır: “Doğrusu Firavun, ülkesinde (Mısır’da) zorbalık yaptı, büyüklük tasladı. Halkını çeşitli fırkalara ayırdı. Onlardan bir topluluğu, erkek evlatlarını kesmek, kız evlatlarını ise hayata atmak suretiyle özellikle zayıflatmak istiyordu. O, bozguncunun teki idi.” (Kasas, 28/4).
Halkı gruplara ayırmak, diktatörlerin en sık başvurdukları metottur ve kadim diktatörlerden günümüze kadar kullanılmıştır: Bir grubu düşman ilan et, bütün suçları onlara yükle, halkın gözünde itibarlarını zedele, medya yoluyla sürekli aynı iftiraları tekrarla, daha yargılanmadan en cani suçlular (!) oldukları konusunda toplumu ikna et ve böyle bir grupla ancak kendinin ve ekibinin mücadele edebileceğine ahmaklaştırdığın halkı inandır.
İç ve Dış Düşman Söylemi
Bu söylem, ortaya çıkan diktatörlüğün devamı ve kuvvet kazanması için sıkça kullanılan bir metottur. “Düşman kapımızda!” korkusunun sürekli taze tutulduğu, aşırı milliyetçilik ve militarizmle beslenen bir atmosferde, fertler kurallara körü körüne boyun eğmeye zorlanır. Diktatör ve yandaşları, sürekli iç ve dış düşmanlardan bahsederek toplumu kendi yönetim şekillerine uymaya zorlarlar.[8]
Diktatörlüğün Çöküşü
Bir diktatörlüğün çökmesinin iki temel sebebi vardır: Diktatörlüğü destekleyen ve sistemden nemalanan elitlerin birbirine düşmesi[9] ve halkın uyanması…
Yeryüzünde diktatörlüğü ayakta tutanların birbirine düşmesi, birliklerinin dağılması ve halkların uyanıp demokrasi ve hukukun üstünlüğünün yaşandığı bir sistem kurma adına omuz omuza vermeleri temennisiyle…
Dipnotlar
[1] TDV İslâm Ansiklopedisi, Ankara: TDV Yayınları, 1995, c. 13, s. 118–121.
[2] Müslüm Aslan, “Diktatör Kimdir Özellikleri ve Sonrası…”, 14/02/2018, edebiyatbahcesi.net/kose-yazisi/2071/diktator-kimdir-ozellikleri-ve-sonrasi
[3] Fathali M. Moghaddam, Diktatörlüğün Psikolojisi, İstanbul: 3P Yayıncılık, 2014, s. 19.
[4] M. Fethullah Gülen, Çağlayan, Mart Sayısı, Başyazı
[5] Seyyid Kutub, Fî Zılâl-il Kur’an, İstanbul: Dünya Yayınları, 2003, c. 3, s. 1353–1354.
[6] Moghaddam, a.g.e., s. 35.
[7] Suat Yıldırım, Kur’ân-ı Hakîm’i̇n Açıklamalı Meali̇, İstanbul. Define Yayınları, 2007, s. 521.
[8] Moghaddam, a.g.e., s. 11.
[9] Moghaddam, a.g.e., s. 15.