Adını da sanını da bilmiyorum, ama tanıyorum seni…
Yalnızca sana olan hayranlığımı dile getirmek için değil, senin temsil ettiğin o ruha sahip çıkmak için yazıyorum bu hikâyeyi.
Hani Hazreti Ömer (radıyallâhu anh) bir gün hutbe verirken evlilik meselesini kolaylaştırma adına bir kısım hususlardan bahsetmiş ve bu arada mehirin de herkesin kaldırabileceği bir seviyede tutulması gerektiğini hatırlatarak evliliklerde mehir olarak çok para istememeleri konusunda insanları ikaz etmişti. Aslında onun dile getirdiği bu mesele, bir kısım sû-i istimalleri önlemek için oldukça makul bir çözümdü.
Hazreti Ömer Efendimiz, bu duruma dikkat çekerken sen arkadaki maksurede duruyordun.
Perdeyi sıyırdın ve hem cesurca hem de nazikçe sordun: “Ey Allah Resûlü’nün halifesi! Bunları kendi fikrin olarak mı söylüyorsun, yoksa bu konuda senin bildiğin, bizim bilmediğimiz bir âyet veya hadis mi var?”
Hazreti Ömer, “Hayır!” dedi, “Kendi fikrim olarak söylüyorum.”
Bunun üzerine sözüne devam ettin: “Kur’ân-ı Kerim, ‘Bir eşinizden ayrılıp da yerine başka bir eşle evlenmek isterseniz, ayrıldığınız hanıma yüklerle mehir vermiş olsanız da içinden ufak bir şey bile almayın.’ (Nisâ, 4/20) buyurmak suretiyle bu mevzuda bir miktar tayin etmiyor. Demek ki yüklerle mehir almak bir kadın için caizdir. Cenâb-ı Hakk’ın (celle celâluhu) müsaade ettiği bir şeyi sen nasıl yasaklarsın?” dedin.
Hazreti Ömer seni edeple dinledi. Belki de o anda, cemaatinde senin gibi hakikate tercüman olmaktan geri durmayan cesur bir kadının varlığıyla şakirane iftihar ediyordu. Öyle olmalı ki o gün itibarıyla, dünyanın iki süper gücüne kendisini dinlettiren bir devletin reisi olan halife-i ruy-i zemin, senin bu sözlerin karşısında hemen durdu ve dudaklarından şu kelimeler döküldü: “Yâ Ömer! Yaşlı bir kadın kadar dahi dinini bilmiyorsun.”[1]
Kur’ân Kültürü
Aslında Hazreti Ömer tavsiyesinde haksız değildi. O, bunu mehir miktarının evliliğe engel olmaması için yapıyordu. Ancak ondaki hakperestlik anlayışı öyle engindi ki itirazın karşısında kendini müdafaa ve görüşünde ısrar yerine derhal hakkı kabul ediyor, sözünü tevil etmeye çalışmıyordu.
Hazreti Ömer Efendimize bu hususiyetinden dolayı “el-vakkâf inde’l-hak” deniyordu. Yani o, hak söz konusu olduğu bir yerde, hızla yol alan bir aracın ani fren yapması gibi, anında durmasını bilen bir insandı. Peki sana hakperestliğinden dolayı ne deniyordu?
O nasıl bir Kur’ân kültürü ki Halife’nin sözlerine, derin bir vukufiyetle ve Kur’ân’dan aldığın cesaretle itiraz edebiliyordun. Kur’ân’ın Allah’tan geldiğine aksine ihtimal vermeyecek şekilde inanıyor ve Kelâmullah’a gönülden güveniyordun. İşte bu inanç ve güven, senin ve bütün sahabelerin Kur’ân’ı hakiki anlamda temel kaynak olarak algılamanıza sebep oluyordu. Karşınıza çıkan en küçük problemlerde bile hemen o kaynağa yöneliyor, bize de yol ve yordam öğretiyordunuz.
O nasıl bir medeni cesaretti ki erkeklerden oluşan kalabalık bir cemaatin arasında perdeyi sıyırıp Halife’ye bile itiraz edebiliyordun.
O nasıl bir cemaatti ki seni yadırgamak ve ayıplamak yerine takdir ediyor, o günkü cesaretini bize kadar intikal ettiriyorlardı.
Ama hepsinden öte, o nasıl bir hakperestlikti… Belki de yaşlı olduğun için Hazreti Ömer’in söyledikleri seni bağlamıyordu. O yaşta evlenecek ve mehir alacak değildin. Fakat kıyamete kadar gelecek bütün mümin kadınların haklarını koruma adına o çok sevdiğin Emire’l-Müminin’e bile itiraz edebiliyordun.
Ufuk İnsanları
Senin bunu başarabilmiş olman, içinde yaşadığın toplumun faklı düşünceler karşısında ne derece tahammüllü olduğuna da işaret ediyordu. Siz öyle ufuk insanlarıydınız ki gördüğünüz hataları bu kadar rahat söyleyebiliyordunuz. Farklı fikirler karşısında hazm-ı nefs ediyor, hür düşünceye alan açıyordunuz.
O büyük kahramanlığından sonra ümmetin genç kızları sana teşekkür etmiş, “maşallah barekallah”larla takdirlerini dile getirmiş olmalılar. Zira biz hâlâ öyle yapıyoruz. En küçük bir fikir farklılığına tahammül edemeyen, bunun için “ulaşılmaz” olmayı seçen idarecilere seni örnek gösteriyoruz mesela. Tıpkı nefsimiz, farklı düşünceler karşısında hazımsızlık gösterdiğinde ona da Hazreti Ömer’i örnek gösterdiğimiz gibi… Söz ne zaman ifade hürriyetinden açılsa senden bahsediyoruz. Kadınları hayatî sahalardan uzak tutan ve onların haklarını “hapur hupur” yiyen, gücün zehirlediği nadanlara karşı hukukumuzu savunurken senden cesaret alıyoruz.
Maksurelerden Perdeleri Sıyırmak
Yaşadığımız bu zor asrın sözcüsü, kadının kendi haklarından ne denli mahrum bırakıldığını anlatırken söz ediyor senden:
“Bir düşünün!” diye başlıyor hitabına, sonra devam ediyor: “Günümüzde bir kadın, Fatih Camii’nde ya da Süleymaniye’de maksureden perdeyi sıyırsa, Halife-i rûy-i zemine ya da bugünkü Cumhurbaşkanı’na da değil, minberdeki imama, ‘İmam Efendi, zannediyorum, bu konuda yanılıyorsunuz, meselenin aslı şudur!’ dese, kim bilir o kadıncağızın başına neler gelir. Zira, bugün dinin özüne vakıf olmayan kimseler, yanlış telakkileri sebebiyle kadını bir fanus içine koymuşlar ve onu bazı haklardan mahrum bırakmışlardır.”
Asrın kadınlarına seni örnek göstererek tamamlıyor cümlelerini:
“Yüce işler, büyük meseleler, daima aynı çapta insanlar tarafından halledilmiştir. Bizler sahabe ruhuna sahip çıktığımız ölçüde Cenâb-ı Hak’tan (celle celâluhu) beklediğimiz muvaffakiyeti elde etme imkânı doğacaktır.”[2]
Mademki bu Hizmet “örnekleri kendinden bir hareket”tir, öyleyse bize, önce ilimde derinleşmek, sonra da senin açtığın yolda maksurelerden perdeleri sıyırmak düşüyor.
Dipnotlar
[1] El-Beyhakî, Es-Sünenü’l-Kübra, 7/233.
[2] M. Fethullah Gülen, Asrın Getirdiği Tereddütler-4, İstanbul: Nil Yayınları, 2011, s. 176.