Hassas Ayarlar Kimin Eseri?

Fen derslerinde gördüğümüz ve hiç tartışmadan kabul ettiğimiz, “tabiat kitabının sabitleri” olarak isimlendirdiğimiz atom altı parçacıkların kütleleri, yerçekimi ve elektromanyetizma gibi kuvvetlerin değişmeyen hassas ayarlarını nasıl açıklayabiliriz? Bugünkü şekliyle algıladığımız kâinatın varoluşunun görünen sebepleri arasında ortaya çıkan önemli sabiteler ve bunların birbirleriyle münasebeti neticesinde tabiat kitabında ortaya çıkan dengeli ve hassas hadiseler nasıl bu kadar kusursuz olabilir?

Biz, atomlar (mikro âlem) ve galaksiler (makro âlem) arasında normo âlem olarak hemen hemen ortada bir yerdeyiz. Varlığımızı sürdürebilmemiz için her iki âlemin de mükemmel bir şekilde hazırlanmış olması gerekmektedir. İşte buna “ince ayar” denir ve hepsi o kadar nefes kesici bir şekilde ayarlanmıştır ki bu sistem hâl diliyle “Bir Yaratıcı var!” diye haykırır. Hakiki ilim sahibi bazı araştırmacılar buradan hareketle Allah’a ulaştığı halde, bazı bilim insanları metafiziği reddeden ve pozitivist sınırların dışına çıkmayan izahlar yapabilmek için teori üstüne teori ileri sürerler.

Kâinatımızın ince ayarının gerçek olduğunu kabul ettiğimizde, bu bizi tek yol olan Allah’ın varlığına götürür. Bununla beraber, bu ince ayarları gördüğü ve hatta laboratuvarda deneylerle ölçtüğü halde, bunu bir Allah inancına vardıramayan bilim insanları ve filozoflar, kendi dünya görüşlerini desteklemek için çeşitli yollara ve yorumlara girebilirler. Bu da imtihan sırrının gereği olarak, şartlı determinizmin, sebep-netice zinciri şeklindeki işleyişin, ilâhî icraata perde olmasından kaynaklanmaktadır.

İçinde yaşadığımız kâinat ve tabiat, hangi özellikleriyle muhteşem çeşitlilikteki hayata ve canlı türlerine ev sahipliği yapmaktadır? Dünyamızın gezegenler içinden seçilmesine ve Yüce Beyan’da arzın semayla birlikte zikredilmesine sebep olan hususiyetleri nelerdir? Güneşin yaratılışından itibaren yeryüzünün hayata uygun hâle getirilmesine ve canlıların görülmesine kadar işletilen süreçleri ortaya çıkarmak için yoğun araştırmalar yapılmaktadır. Astronomi, astrofizik, astrobiyoloji ve kozmik kimya gibi bilim dallarında yapılan araştırmalar, canlılığın yapıtaşları olan biyomoleküllerin inşasında kullanılan elementlerin, kâinatın başlangıç anından itibaren hayatın yaratılması için seçilmiş olduğunu ve ardışık hadiselerin bu eksende geliştiğini göstermektedir.

Yerküredeki hayatın ilk tohumları, kozmik ölçekte birbiriyle bütünleşen parçaların büyük resmi tamamlaması gibi yaratılmalarıyla başlamıştır. Bu süreci bizler milyarlarca yılla ifade etsek bile, bu zamanın Zât-ı Ulûhiyet ölçüleri içindeki değeri ne kadardır, bize göre milyonlarca yıl, Allah’ın ilminde bir an mıdır? Bunu bilemiyoruz. Cenab-ı Hak, dileseydi “Kün” (Ol) der, bir anda, göz açıp kapamamız gibi bir sürede de yaratabilirdi. Fakat kanunlar ve prensipler manzumesi içindeki sebepler zincirine bağlayarak, Kur’ân-ı Kerim’deki ifadesiyle altı gün olarak, süreleri meçhul altı dönemde yaratması, ilim ve araştırma yollarını göstererek bizi imtihana tâbi tutma gibi bir maksadı akla getirmektedir.

Yıldızlarda nükleer sentez esnasında hidrojen ve helyumun dışındaki elementlerin üretimini mümkün kılan organik kimyevî işlemler, organik bileşiklerin inşası için gerekli elementlerin yeterli miktarda sentezi, yıldızlararası ortamda aminoasitlerin üretimi, yerkürede hidrosfer ve atmosferin oluşturulması, yeryüzünü canlılar için ev şeklinde inşa etme sürecinin hazırlıklarıdır. Kâinat genişletilirken yerkürenin hayata ev sahipliği yapılmasının görünen sebepleri arasında fizikî kanunların hesaplanan değerlerinin, şaşmaz bir hassasiyetle seçilmesinin arka planında, atomlar âlemine ait elektromanyetik ve kütle çekim kuvvetleri ve bunlarla bağlantılı matematik sabiteler vardır.[1]

Kâinattaki Fizikî Sabiteler

Şu anda geçerli tahminlere göre (gerçeğini Allah bilir), yaklaşık 14 milyar yıl önce kâinatın başlangıcında üretilen helyumun nispeti (toplam maddenin %24’ü) günümüze kadar korunmuş ve yıldızların birleşme (füzyon) reaksiyonları sırasında üretilen helyum, bu miktara çok fazla tesir etmemiştir. Kâinattaki bütün atom ve atom altı parçacıkların sayısı, elektronun kütlesinin protonun kütlesine nispeti, elektron ve protonun kütleleri ve elektrik yükleri, fizikte kullanılan temel sabiteler (ışık hızı, Planck, Avogadro, Boltzmann ve gravitasyon sabitleri), ancak çok hassas matematik denklemlerle ortaya konulabilir. Bu fizikî sabitelerin zamanla değişmiş olabileceğine dair hipotezler olsa da şimdiye kadar yapılan araştırmaların hiçbirinde, fizikî sabitelerin zamanla değiştiğine dair bir gözlem yapılmamıştır. Protonun kütlesi elektronunkinden 1836 defa daha fazladır. Buna karşılık, bilinmeyen bir sebepten dolayı, elektronun yükü protonunkiyle aynıdır: 1,6 x 10-19. Kâinattaki bütün protonlar 1,6 x 10-19 değerinde pozitif yüke, nötronlar ise 1,67 x 10-24 gram değerinde sabit bir kütleye sahiptirler. Eğer nötronun kütlesi bugün olduğundan %2 oranında daha fazla olsaydı, nötronlar kısa sürede bozunuma uğrardı. Nötronun kütlesi normalde olduğundan çok daha az hafif olsaydı, bu sefer protonlar istikrarsız bir yapıya sahip olurlardı. Fizikçiler, nötronun kütlesinin şimdikinden, mesela binde iki oranında az olması durumunda, bugünkü yapıda atomların var olmasının imkânsız olacağını söylemektedirler. Bu durumda hayat için gerekli hiçbir element var olamaz ve kâinattaki tek element hidrojen olurdu.

Yıldızların yaratılmaları sırasında güçlü etkileşim kuvvetinde, %0,5’ten daha fazla, elektromanyetik etkileşim kuvvetinde %4’ten daha fazla değişme olsaydı, herhangi bir yıldızda hiç karbon veya oksijen oluşamayacaktı. Daha da enteresan olanı, güçlü etkileşim kuvvetinde %0,5’lik bir azalma, elektromanyetik kuvvette %4’lük bir artışla birlikte gerçekleşseydi, yıldızlarda karbon üretimi, büyük kütleli yıldızlarda onlarca kat, küçük kütleli yıldızlarda %100’e yaklaşan bir azalmaya sebep olacaktı.

Fizikî Sabiteler Neye İşaret Eder?

Kâinattaki sabitelerin şimdi sahip oldukları değerlerin aynısına sahip olması gerektiği, düşünen ve akledenler için çarpıcı bir fenomendir. Bu değerlerin; şans, tesadüf, içten kaynaklı yönelim ve örgütlenme gibi kavramlar kullanılarak, kendiliğinden oluşabileceği hususu, yapılan hesaplara göre ihtimal dışıdır. Bu noktayı gören ve idrak eden tanecik fizikçisi George Ellis, fizikteki temel sabiteler hakkındaki bilgilerimizin, bir planlayıcı ve organize edicinin varlığına en sağlam deliller arasında yer alması gerektiğine inanır. George Ellis’e göre, kâinatın ve tabiatın kuruluşundaki “gayelilik”, açıkça bir hedefe ve maksada yönelik olarak icraat yapan bir Planlayıcıyı göstermektedir.[2]

Bilim insanlarınca tartışılan husus, yaşadığımız kâinatın hayat açısından ne kadar hususî, ayrıcalıklı ve hayata uygun olduğudur. Kâinatta güçlü bir antropik prensibin hüküm sürdüğünü kabul edenler, “Büyük Patlamadan itibaren fizikî sabitelerin ve tabiat kanunlarının; insanların bu yerkürede yaşayabilmesini sağlayacak şekilde oluşturulduğu” hususunda hemfikirdir. Kuantum kozmolojisi ve nano ölçekteki hassas ayar fenomenleri de güçlü antropik prensibi doğrulayacak şekilde neticeler vermektedir.

Bu hassas ayar fenomenini kabul etmeyen ve antropik prensibi zayıf gören Dawkins ve Dennett gibi ateist ve agnostik filozof ve bilim insanları, açıklamada zorlandıkları esas noktanın, kaos içinden düzenin çıkması (düzenli karmaşıklık) ve bunun sürdürülmesi olduğunu belirterek, bu düzenli deterministik karmaşıklığın, varlık ve hadiselerde içsel ve tabiî bir mekanizma olduğunu kabul ederler.[3] Tesadüfen denk geldiği takdirde uygun moleküllerin doğru miktarda bir araya gelebileceğini iddia ederler. Ancak bu açıklama, akıl sahipleri için tatmin edici değildir. Ayrıca hücre içindeki yüzlerce girift kimyevî reaksiyonunun hayatı ortaya çıkaracak şekilde nasıl örgütlendiğini izah etmez. Gerçekten de son derece karmaşıklık içinde olması beklenen kâinatta, Yaratıcı tarafından konulan kanunların işletilmesi, bu kanunların dışına çıkılmaması ve bunun neticesinde insan merkezli bir düzenin tesis edilmesi, her akıl ve şuur sahibi insan tarafından kabul edilen bir gerçektir.

            Karbon Merkezli Hayat

Canlılık ve hayat öyle muhteşem dizayn edilmiştir ki sınırları zorlayan çevre şartlarında bile (sıcaklık, basınç, kirlilik, asitlik, tuzluluk, radyasyon açısından) ortaya çıkabilecek zorluklara karşı dayanıklılığa ve esnekliğe sahiptir. Bu organizasyondaki sınırlayıcı faktör ise sıvı formdaki sudur.

Yeryüzü şartlarının hayata uygun hâle getirilip hazırlanması, tesadüflerle izah edilemeyecek başlı başına bir muammadır. Canlılıkla ilgili kimyevî işlemlerin, DNA, RNA, enzimler, organeller gibi her biri hususî bir dizayna sahip, bazıları nano, bazıları mikro ölçekte binlerce faktörün nasıl hazırlandığını, bilmiyoruz, ama tesadüfen, kendi kendine ortaya çıkamayacağını da çok rahat söyleyebiliriz.

Karbon Temelli Hayat, Suya Ne Kadar Bağımlı?

Susuz yaşayabilen ve çoğalabilen karbon temelli bir canlının var olduğuna dair bir delile şu ana kadar rastlanılmamıştır. Kara hayatında canlılık için en tehlikeli faktör, havanın öldürücü seviyede kuru (sıfır nem oranı) olmasıdır. %50 nem oranında ve 20℃ sıcaklıkta, hücrelerin yapısında, kuru kütle başına en az 0,1 gram su bulunmalıdır. Su bu miktarın altına düştüğünde, hücreler metabolik faaliyetlerini durdururlar ve çoğu bitki ve hayvan ölür. Bütün bunlar, yerküredeki karbon merkezli canlılığın ve hayatın ortaya çıkışında ve devamlılığında suya önemli roller verildiğini göstermektedir.

Arzın kabuğunda levha tektoniği hareketleri olmasaydı, yeryüzüne canlılığın inşasında kullanılan malzemelerin lojistik akışında problemler yaşanırdı. Mesela yerkürede karbonat kayaçlarında depolanan karbon, kayalar parçalanırken suyla buluşursa, suda CO2 olarak çözünür. Oradan da atmosfere salınır. Arz kabuğundaki tektonik hareketler, sürekli oksidize olacak yeni malzemeler ürettiğinden, oksijen seviyesinin tehlikeli bir noktaya ulaşmasını da engeller. Arz kabuğunun su muhteviyatı, kayalara yüksek derecede esneklik kazandırarak hem levhaların düzgün şekilde birbirileri üzerinde kaymasına izin verilir hem de arzın içindeki malzemenin devamlı şekilde yeryüzüne akışı sağlanmış olur.

Büyük ölçekte bakıldığında, suyun Güneş Sisteminin de şekillenmesine yardımcı olduğu söylenebilir. Standart modele göre, 4,6 milyar sene önce Güneş nebülözü (uzayda bulunan yoğun gaz ve toz bulutsuları), gezegenleri doğurduğunda, büyük ihtimalle çok miktarda su ihtiva ediyordu. Yerküreye gelen suyun kaynağı da muhtemelen sıkı paketler hâlindeki buz kristalleridir. Özetle Güneş Sistemindeki diğer gezegenler, arz yüzeyinde hayata karşı dost bir çevrenin sürdürülmesinde önemli rol oynadı ve oynamaktadırlar. Dünyaya düşecek veya düşme ihtimali olan kuyruklu yıldızlarının temizlenmesi noktasında, Jüpiter’e yüklenen vazife de son derece kritiktir.

Hassas ayar fenomeninde suyun özellikleri kritik bir rol oynar. Su, hidrojen ve karbondioksiti yeterli konsantrasyonda çözündürme kapasitesiyle donatılmasaydı, arz kabuğunun derinliklerinde devr-i daim yaptıktan sonra, kayalardaki mikrodeliklerden sızarak yeryüzüne geri dönmeseydi, bakteriler gibi kemoototrofik canlıların hayatı sürdürülebilir olmazdı. Çünkü enerji üretimi için gerekli hammaddenin takviyesi, suyun fizikokimyevî özelliklerine bağlanmıştır. Suyun bir başka önemli özelliği, nanotüpler içinde taşınabilir olmasıdır ki bu, bitkilerin su taşımasında ve hücre zarlarından protonların taşınmasında çok önemli bir husustur. Bu özellikler de yine elektron ve protonun yüklerinin ve kütlelerinin belirlenmesinde rol alan hassas ayar sabitesine bağlıdır.

Fiziği ve Kimyayı Aşan Biyoloji

Yukarıda verdiğimiz hassas ayar örnekleri, büyük çoğunlukla fizik ve kimya gibi maddî özelliklerin matematikle ifade edilen durumlarına aittir. Biyolojide ise merkezde hayatın olduğu dinamik, yani hareketli durumlara ait ince ayarlar vardır. Bunlar atomlar veya moleküller âlemi gibi statik değil, her an belli sınırlar dâhilinde değişen ayarlardır. Akılları zorlayan asıl husus ise, bu dinamik dengeler belli sınırlar arasında salınım hâlinde kontrol edilirken, binlerce faktöre ait bilginin kullanılması ve her birisine, her an sözü geçen Kudreti Sonsuz’un yaratmasıyla hayatın devamının mümkün olmasıdır. Biyokimyevî moleküllerin kâinattaki fizikî sabitelere duyarlılığına misal olarak, DNA molekülünün çift sarmal yapısı, su molekülündeki hususî bağ açıları verilebilir. Bu sıra dışı, hassas ayar fenomeni, hiçbir ölçekte tesadüfün işlemediğini açık bir şekilde gösterir. Rahman sûresinin 7. 8. ve 9. âyetlerinin sonlarının “mizân” (ölçü, denge) kelimesiyle bitmesi gibi, Kur’ân-ı Kerim’in farklı âyetlerinde, yaratılıştaki hikmetli ölçüler ve hassas dengeler nazara verilmiştir.

Hassas ayar mekanizmalarındaki en küçük değişmeler bile canlı sistemin bozulmaması için her an tespit edilir ve imkân varsa geri bildirim mekanizmalarıyla telâfi edilerek yeniden kalibrasyon yapılır. Peki, ayar tutmazsa ne olur? Hastalık olur! Örnek verecek olursak; iç kulağımızın yarım daire kanalları ve salyangozun içindeki denge sıvısının yoğunluğu gereğinden fazla koyulaşır veya aksine çok sulanırsa, başımızı her çevirdiğimizde denge ile ilgili problemler yaşarız. Hâlbuki bu durum, belki de çok basit bir tuz veya başka bir molekül miktarının artışına veya azalmasına bağlı olabilir. Bu sıvıyı salgılayan ve geri emen hücreler bu ayarı nasıl biliyor ve gerektiği miktarda salgılamaya çalışıyorlar? Kan ve idrar tahlillerimizi incelediğimizde gördüğümüz gibi, en düşük, ortalama ve en yüksek değerlerin sınırları belirlenmiştir. Bu sınırların dışında kalan değerler, bir rahatsızlığın habercisi olarak değerlendirilir. Demir düşükse, muhtemelen kansızlık vardır; iyot düşükse, tiroit probleminden bahsedilebilir

İnsanlık tarihi boyunca elde edilen bütün tıbbî bilgiler özellikle son 100 sene içinde akıl almaz boyutlara gelmesine rağmen, henüz bu hassas ayarların düzenlenmesini heceleme durumundayız. Hayat yaratıldığından beri binlerce hassas ayarın, her an şaşırmadan ve sapmadan idare edilmesini hangi tesadüflerle, akılsız atomların hareketleriyle, ilimsiz ve şuursuz tabiat kuvvetlerinin düzenlemesiyle izah edebiliriz?

Dipnotlar

[1] M.S. Polatöz, “Kâinatın Geleceği,” Sızıntı, 1998, 20. (236).

[2] George F. R. Ellis, “The Theology of the Anthropic Principle”, Russell, Robert John; Murphy, Nancey; Isham, Christopher J. (ed.). Quantum Cosmology and the Laws of Nature: Scientific Perspectives on Divine Action. Vatican City State: Vatican Observatory, 1993, 367–405.

[3] A. Plantinga, “Dawkins Karmaşası: Natüralizm Saçmalığı”, Çeviren: E. Erdem, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 50:1 2009, s.179–191.

Bu yazıyı paylaş