İslâm’ın İlk Sefiri: Amr ibn-i Ümeyye

Bilindiği üzere, Mekke’nin bunaltan günlerinde Habeşistan’a iki hicret gerçekleşmiş ve genel kanaate göre her iki hicrette yer alan sahabîler, Mekke’de baskı veya şiddet gören mazlum ve mağdur müminlerdir. O günkü hicret listesine dikkatlice bakıldığında, Mekkeli olmayan ve ailesi tarafından da baskı veya şiddet gördüğüne dair en küçük emare bulunmayan bir isim dikkat çekmektedir: Amr ibn-i Ümeyye (radıyallâhu anh).[1]

Habeşistan’a hicret edip de orada ruhunun ufkuna yürüyen Amr ibn-i Ümeyye el-Esedî’den[2] (radıyallâhu anh) bahsetmiyoruz; bahse konu ettiğimiz Amr ibn-i Ümeyye ed-Damrî (radıyallâhu anh), Mekke’ye yaklaşık 360 km mesafede yer alan bir kabileye mensuptur ve Damraoğulları’nın bir ferdi olarak Bedir civarında, Veddân’da yaşamaktadır.

Doğumu, çocukluk ve gençlik yıllarıyla ilgili ayrıntılı bilgi bulunmamaktadır.

Yalnız bilinen bir şey var ki Amr ibn-i Ümeyye ed-Damrî (radıyallâhu anh), gözü pek ve kahraman bir kişiliğe sahiptir; üstesinden gelinemeyecek gibi gözüken zorlukları aşar, düşenin de imdadına koşardı. Cesaret ve atılganlığı yanında kıvrak zekâsıyla da tanınıyordu; söz söylemesini bilir ve söylediği zaman da sözünü dinletirdi.[3]

Ebû Ümeyye künyesiyle bilinmekteydi ve bu künyeyi ona, bizzat Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) vermişti.[4]

Yaptığı işler, konumunun hususiyeti[5] ve yaşadığı beldenin Mekke’ye uzaklığından dolayı görünür olmadığı için adından çok bahsedilmese, hatta Uhud sonrasında Müslüman olduğu söylense de[6] Amr ibn-i Ümeyye (radıyallâhu anh) ilk günlerin semeresiydi.[7]

Peki, böylesine kritik bir noktada elçi olarak niçin Amr ibn-i Ümeyye (radıyallâhu anh) tercih edilmiştir? Bunu anlayabilmek için şu detayın bilinmesi gerekmektedir:

Taht kavgalarına sahne olan Habeşistan’da Ashame’nin babası Ebcer öldürülmüş ve krallık koltuğuna amca Gersem oturmuştur. Ülke adına çıkacak muhtemel problemlerin önünü alabilmek için Necâşî Ebcer’in tek oğlu olan Ashame de o gün açık hedeftir; ne var ki yaşı küçüktür ve amcası Gersem’in merhameti neticesinde ölümden kurtulmuştur. Ancak bu, onun Habeşistan’da kalması için yeterli olmamış ve geleceğin kralı Ashame’yi ülkeden uzaklaştırmak maksadıyla köle pazarına götürüp 600 dirhem karşılığında satmışlardır. O gün onu satın alan tüccar, Damraoğulları kabilesine mensuptur ve o günden sonraki hayatını prens Ashame, bu şahsın develerini otlatan bir köle/çoban olarak devam ettirmiştir.[8]

Ne var ki kaderin hükmü daha farklıdır; aradan yıllar geçmesine rağmen Habeşistan’da sular durulmamış, bilhassa amca Gersem’in vefatından sonra oğulları arasında çıkan taht kavgalarının ardı arkası kesilmeyince birleştirici isim olarak prens Ashame’ye mecbur kalınmış, Damraoğulları’na gelen Habeşistan heyeti, yüklü bedeller ödedikten sonra onu alıp Habeşistan’a “Necâşî” yapmışlardır.

İşte Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem), eline bir mektup vererek Habeşistan’a gönderdiği Amr ibn-i Ümeyye’nin (radıyallâhu anh) farklılığı burada ortaya çıkmaktadır; çünkü Habeşistan muhacirlerini ülkesine kabul eden Necâşî Ashame, çocukluk ve gençlik yıllarını Amr ibn-i Ümeyye’nin (radıyallâhu anh) kabilesi Damraoğulları arasında geçirmiştir. Başka bir ifadeyle, Hazreti Amr (radıyallâhu anh), Necâşî ile çocukluk yıllarını geçirmiş, ortak hatıraları olan bir isimdir; tekellüfsüz yanına girebilen, huzurunda rahat konuşabilen ve maksadını çekinmeden ifade edebilen bir arkadaş mesabesindedir.

Beraberinde götürdüğü mektubunda Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), Necâşî Ashame’ye şunları söylemektedir:

“Ben sana, amcaoğlum olan Ca’fer ibn-i Ebî Tâlib ile Müslümanlardan bir grup gönderdim. Yanına geldiklerinde onlara zorluk çıkarma, misafirperverliğini gösterip ülkende kalma imkânı ver!”[9]

Muhtevasından açıkça anlaşılacağı üzere söz konusu mektup, Hazreti Ca’fer’in (radıyallâhu anh) başını çektiği ikinci kafile Habeşistan’a varmadan önce Necâşî Ashame’ye ulaşmış olmalıdır. Muhtemelen bu tarih, giden muhacirleri geri getirmek üzere Mekkelilerin harekete geçtiği günlerdir ki Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), istihbaratını aldığı söz konusu hamleyi boşa çıkarabilmek için bu mektubu göndermiş, güzergâh emniyetini temin edebilmek için de nokta atışı bir hamle yapmış ve Necâşî Ashame ile ortak kaderi olan bir ismi elçi olarak tavzif etmiştir.

Peygamber fetanetinin yaptığı bu hamlenin sonucu ortadadır; kendilerinden emin bir şekilde Habeş diyarına giden müstesna deha Amr ibn-i Âs ve arkadaşlarının teşebbüsleri, Necâşî Ashame ile yakın hukuku olan Amr ibn-i Ümeyye’nin (radıyallâhu anh) hamleleriyle boşa çıkmış, debdebe ve alâyişlerle ayrıldıkları Mekke’ye elleri boş geri dönmek zorunda kalmışlardır.

Peki, Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) Amr ibn-i Ümeyye’yi (radıyallâhu anh) ne zaman tanımış, nasıl keşfetmiş veya böylesine müstesna bir göreve nasıl hazırlamıştır?

Her şeyden önce ortada bir Peygamber fetaneti vardır ve biz, Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) her fiili hakkında fikir sahibi değiliz. Buna rağmen şu detayların bir fikir vereceği kanaatindeyiz:

  1. Köle olarak prens Ashame’nin içinde kaldığı ve Amr ibn-i Ümeyye’nin de (radıyallâhu anh) bir ferdi olduğu kabile, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ile süt kardeştir; zira, Beni Sa’d yurdunda bulunduğu esnada süt anneliği yapması için Halîme-i Sa’diye’ye teslim edilmiş Damraoğulları’ndan bir çocuk daha bulunmaktadır.[10]
  2. Medine ziyaretlerinden dönüşte Efendimizin (sallallâhu aleyhi ve sellem) annesinin Ebvâ’da vefat ettiği ve buraya gömüldüğü malumdur. Annesi ile ilgili son görevleri, yanında dadısı Ümmü Eymen’den (radıyallâhu anhâ) başka kimsesi olmayan altı yaşındaki bir çocuğun yapmasına imkân yoktur; en yakında kim varsa onlardan yardım istenmiş ve onlar da bu masum talebe cevap vererek Hazreti Âmine (radıyallâhu anhâ) için son görevi yerine getirmişlerdir. O gün Ebvâ’da yaşayan kabile, Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) ile süt bağı olan Damraoğulları’dır.
  3. Amr ibn-i Ümeyye (radıyallâhu anh), Efendimizin (sallallâhu aleyhi ve sellem) amca oğlu Ubeyde ibn-i Hâris’in (radıyallâhu anh)[11] kızı Hazreti Suhayle (radıyallâhu anhâ) ile evlidir[12] ki o günün sosyal realiteleri nazara alındığında bu, yakınlık adına çok önemli bir imtiyazdır.
  4. Ebû Zer Hazretleri’nin (radıyallâhu anh) kabilesi olan Gıfâr, Damraoğulları’nın bir koludur. Bilindiği üzere Hazreti Ebû Zer (radıyallâhu anh), risaletin ilk günlerinde Müslüman olmuş[13] ve içindeki heyecanı Kâbe’ye gidip ilan edince Mekkelilerin şiddetine mârûz kalmıştır. Benzeri bir durumun üç defa tekrarlanması sonucunda Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) onu, irşâd ve tebliğ maksadıyla memleketine göndermiş ve onun vesilesiyle kabilesinden 80 hane Müslüman olmuştur.[14]
  5. Damraoğulları’nın İslâm ile daha ilk yıllarda tanıştığını ifade eden başka bilgiler de vardır. Mesela Amr ibn-i Ümeyye’nin kardeşi Bekr ibn-i Ümeyye (radıyallâhu anhümâ), İslâm’ın ilk yıllarıyla ilgili bir hatırasını anlatırken, henüz müşrik oldukları dönemde kendilerinden önce Müslüman olmuş Cüheyneli komşularından bahsetmektedir.[15]
  6. Sonraki günlerde yaşanan olaylar da bu farklılığı teyit eder mahiyettedir:
  7. a) Hicret sonrasında Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) ile ilk anlaşma yapan kabile, Damraoğulları’nın bir başka kolu olan Cüheyne’dir; Medine’ye ziyarete gelmiş ve bir anlaşmayla memleketlerine dönmüşlerdir.[16] Bunun bir sonucu olarak yaklaşık iki yıl sonra gerçekleşen Bedir’de, Cüheyne kabilesinden 18 sahabe bulunmaktadır.[17]
  8. b) Güvenliği temin etmeye matuf olarak Efendimizin (sallallâhu aleyhi ve sellem) hicret sonrasında gerçekleştirdiği ilk sefer Damraoğulları yurdunadır ve bu seferin bir diğer ismi de Ebvâ’dır.[18] Bu kabile ve kollarıyla Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), değişik vesilelerle hep bir araya gelmiş ve hemen hemen aynı muhtevada anlaşmalar gerçekleştirmiştir. Uhud sonrasında Hazreti Abbâs’ın mektubunu Allah Resûlü’ne (sallallâhu aleyhi ve sellem) üç günde ulaştıran kabile de yine Damraoğulları’dır[19] ve denilebilir ki hicret sonrasında güvenli bir liman haline gelen ilk bölge, Damraoğulları’nın hâkim olduğu Veddân/Ebvâ’dır.

Burada, ayrıca düşünmemiz gereken bir nokta daha var; hicret sonrasında annesinin kabrini dört defa ziyaret ettiğine şahit olduğumuz Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem), risalet öncesinde bu bölgeye gelip gelmediğini bilememekteyiz. Şayet geldi ise Habeşistan’da yarının Necâşîsi Ashame de o gün oradadır. Hatta, Habeşistan’da basılan paralardan hareketle, amcası Gersem döneminin 614 yılında sona erdiği ifade edilmektedir[20] ki bu durumda Allah Resûlü’ne (sallallâhu aleyhi ve sellem) risalet geldiği günlerde bile Prens Ashame, hâlâ Damraoğulları yurdunda demektir.[21] Bu anlamda, Habeşistan’a gidip gelen mektupların muhtevası ve “Habeşistan’a gidiniz! Orada öyle bir hükümdar var ki yanında kimseye zulmedilmez; orası doğruluk ülkesidir!”[22] şeklindeki beyanlar, çok şey ifade etmektedir.

Amr ibn-i Ümeyye’nin (radıyallâhu anh) Habeşistan’da ne kadar kaldığıyla ilgili ayrıntılı bilgi yoktur, ancak onun Habeşistan’a gidişi ilk değildir; son da olmayacaktır.

Necâşî Ashame, onun getirdiği mektuplardan birisindeki davete icabet ederek Müslüman olmuş ve mukabil mektubunda durumu Resûlullah’a (sallallâhu aleyhi ve sellem) çok samimi ve tazim dolu bir dille intikal ettirmiştir.[23]

Ebû Süfyân’ın kızı Ümmü Habîbe (radıyallâhu anhâ) validemizle evliliğinde Efendimizi (sallallâhu aleyhi ve sellem) Habeşistan’da temsil eden de yine Amr ibn-i Ümeyye’dir (radıyallâhu anh).[24]

Habeşistan muhaciri unvanını alan Amr ibn-i Ümeyye (radıyallâhu anh), Medine’ye de hicret etmiş ve Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) özel yetiştirdiği “Ashâb-ı Suffe” arasına girmiştir. İrşâd ve tebliğ maksadıyla gönderdiği coğrafyada tuzağa düşürülen 70 müstesna sahabenin arasında o da vardır ve bu tuzaktan sağ kurtulabilen sadece odur.[25]

Habeşistan dışında Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) onu, daha başka yerlere de elçi olarak göndermiştir; özel elçi olarak defalarca Mekke’ye gitmiş,[26] peygamberlik iddia eden Müseylime-i Kezzâb’ı İslâm’a davet eden Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) mektubunu Benî Hanîfe kabilesine o götürmüş ve mukabilinde yazılan mektubu da yine o getirmiştir.[27]

Sonraki yıllarda Mekke fethi, Huneyn gazvesi ve Tâif kuşatmasına katılmış, Tebûk’e giden Ceyşü’l-Usre arasında yer almıştır. Hâlid ibn-i Velîd ile birlikte Dûmetü’l-Cendel emîri Ukeydir’e karşı gönderilen seriyyede o da vardır. Hatta elde edilen ganimetlerle birlikte Ukeydir’in esir alındığı haberini Allah Resûlü’ne (sallallâhu aleyhi ve sellem) getiren de odur.[28]

Hazreti Muâviye zamanına kadar yaşamış ve hicretten yaklaşık 60 yıl sonra Medine’de ruhunun ufkuna yürümüştür.[29]

Hayatının belli başlı karelerini vermeye çalıştığımız Amr ibn-i Ümeyye (radıyallâhu anh), Asr-ı Saadet farklılığını bize fark ettiren on binlerce yıldızdan sadece birisidir. Hangi pencereden bakılırsa bakılsın, âdeta ulaşılmaz bir fetanet, ihata edilemez bir basîret, eşya ve hâdiselere yön veren aşkın bir irade kendini göstermektedir.

Demek ki bilinenin aksine, Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem), şartların olumsuzluğuna rağmen sınırları çoktan aşmış, mahiyet ve detaylarını bilemesek de daha beşinci yılda 360 km ötelere kadar ulaşarak gelecek günler adına çok sağlam bir temel atmıştır. Bununla birlikte gerek tavzif edeceği insanı gerekse sonrasında adım atacağı coğrafyayı çok iyi tanımış, yürüyeceği güzergâhı çok erken dönemlerden itibaren emniyet altına almış ve maziden itibaren teraküm ettirdiği emeğinin üzerine muhkem bir bina inşa etmiştir. O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem), günahın zerresine bile kapalı risalet öncesi hayatı, peygamberlik günlerinin ihzariye dönemleri gibidir!

O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) ümmeti olduğunu iddia ettiği hâlde, Resûlullah’ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) hayatıyla çelişen koskoca bir dünya, bugün belki de bu aşkın hayatı mabede hapsediyor olmanın bedelini ödemektedir! Bâri içine kapanılan o mabedin hakkı verebilseydi!

Gönüllüler Hareketi, bugün Sultan-ı Rusül’ün (sallallâhu aleyhi ve sellem) mabet dışındaki hayatını da hecelemeye başlamış olmasının bedelini ödemektedir!

Dipnotlar

[1] Bkz. İbn-i Sa’d, Tabakât, 4/233; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Gâbe, 4/181; İbn-i Hacer, İsâbe, 4/496.

[2] İbn-i Hacer, İsâbe, 4/496.

[3] İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Gâbe, 4/181.

[4] İbn-i Sa’d, Tabakât, 4/233; Sıbt İbnü’l-Cevzî, Mir’âtü’z-Zemân fî Târîhi’l-A’yân, 7/334.

[5] Sergüzeşt-i hayatına dikkatle bakıldığında görünen o ki Amr ibn-i Ümeyye (radıyallâhu anh), Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) özel görevler verdiği ve yeri geldiğinde tek başına istihdam ettiği müstesna bir isimdir. Bkz. İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Gâbe, 4/181.

[6] İbn-i Sa’d, Tabakât, 4/233.

[7] İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Gâbe, 4/181. Bazı kaynaklar ise onun, bi’setin dördüncü yılında Müslüman olduğunu söylemektedir. Bkz. Sîretü’l-Halebiyye (İnsânu’l-Uyûn), 2/277. Amr ibn-i Ümeyye’nin (radıyallâhu anh), Uhud’dan sonra Müslüman olduğu (İbn-i Sa’d, Tabakât, 4/233), hatta Bedir ve Uhud’a müşriklerin safında katıldığına (İbn-i Sa’d, Tabakât, 4/233) dair bilgiler, eldeki veriler ve o günkü sosyal realitelerle tezat teşkil etmektedir ki muhtemelen bu, bir iltibastan kaynaklanmaktadır.

[8] Bu tarihi gerçekliği Ashame, aslında bizzat kendisi anlatmaktadır; Habeşistan hicretlerinden yaklaşık on yıl sonra yaşanan Bedir’in zafer müjdesini verebilmek için ülkesinde bulunan Hazreti Ca’fer ve arkadaşlarını yanına çağıran Necâşî Ashame, Bedir zaferinin müjdesini verdikten sonra onlara Bedir’i anlatacak, bunu yaparken de arazi yapısından ağaç ve otlarına kadar detaylara girecek, söz konusu sürgün yıllarında orada çobanlık yaptığını açıkça söyleyecektir. Bkz. Beyhakî, Delâil, 2/404, 405.

[9] Taberî, Târîhu’r-Rusül ve’l-Mülûk 2/652.

[10] Fâyiz Abûd Damre, Meşâhîru Benî Damre Sahâbe ve Tabiîne, Ummân, 1993; Sîretü’l-Halebiyye (İnsânu’l-Uyûn), 1/137.

[11] İbn-i Sa’d, Tabakât, 4/233; İbn-i Abdilber, İstîâb, 4/1859. Bilindiği gibi aldığı yaralar neticesinde Bedir sonrası şehîd olan Hazreti Ubeyde (radıyallâhu anh), ilk Müslümanlardandır. Bkz. İbn-i Hişâm, Sîre, 2/251; Vâkidî, Megâzî, 1/69.

[12] İbn-i Sa’d, Tabakât, 4/233; İbn-i Abdilber, İstîâb, 4/1859.

[13] Birçok kaynak onun, ilk Müslüman olan beşinci kişi olarak zikretmektedir. Bkz. Belazuri, Ensabu’l-Eşraf, 11/124; İbn-i Hazm, Cemheretu Ensâbi’l-Arab, 1/186.

[14] Taberî, el-Müntehab min Zeyli’l-Mezîl, 36.

[15] Buhârî, et-Târîhu’l-Kebîr, 2/87, Dâiretu’l-Meârifi’l-Osmâniyye, Haydarâbâd; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Gâbe, 1/409

[16] İbn-i Hişâm, Sîret 2/174; İbn-i Sa’d, Tabakât, 2/6; Vâkidî, Megâzî, 1/10.

[17] Bkz. Musab el-Cühenî, “Esmâu’s-Sahâbeti’l-Bedriyyîn min Kabileti Cüheyne”, 2006, al-maktaba.org/book/31616/75796.

[18] İbn-i Hişâm, Sîre, 2/170; Muhammed Hamidullah, Vesâik, 266, 267.

[19] Bkz. Vâkıdî, Megâzî, 1/203.

[20] Stuart Munro-Hay, Aksum: An African Civilisation of Late Antiquity, Edinburgh: Edinburgh University Press, 1991, s. 62.

[21] Ashame’nin, “Necâşî” unvanıyla tahta geçtiği günlerde 25 yaşlarında olduğu anlaşılmaktadır.

[22] İbn Hişâm, Sîre, 1/280; Vâkıdî, Megâzî, s.21; Taberî, Tarih, 2/331.

[23] Taberî, Târîh, 2/652-653.

[24] İbn-i İshâk, Sîre, 259.

[25] İbn-i Sa’d, Tabakât, 4/234.

[26] Bkz. İbn-i Sa’d, Tabakât, 4/234; İbn-i Hacer, İsâbe, 4/496.

[27] İbn-i Sa’d, Tabakât, 1/236.

[28] Vâkidî, Megâzî, 3/1026.

[29] İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Gâbe, 4/181; İbn-i Hacer, İsâbe, 4/496.

Bu yazıyı paylaş