Bu yazı, beş yıldır esarette olup annelerinin cenazesine katılmasına izin verilmeyen iki kardeş olan çok sevdiğim arkadaşlarım eğitimci Sebahattin Bey ve Doktor Ali Bey’le birlikte kör testerelerle körpe dalları budanan, zifirî zindanlara çığlıkları dökülen, küf kokan hücrelerde kefenlere bürünen, ezilmiş bedenlerle Rahman’a yürüyen, Meriç’ten, Ege’den Cennet’e kanat çırpan ve akrebin kıskacında bir ömür geçiren bütün mağdur ve mazlumlara ve aynı zamanda Tevhidname’deki tarifleri ile tutuklanan, hapsedilen ve derdest edilen “mescun” kardeşlerimize, tevkif edilen, işinden alıkonulan ve hürriyeti kısıtlanan “mevkuf” kardeşlerimize, darda bırakılan, kendisine bir yardım elinin uzanmasına muhtaç bırakılacak ölçüde üzerinde baskı kurulan “muzdar” kardeşlerimize, gadre ve haksızlığa uğramış, hak ettiği imkânlar zorla elinden alınmış “mağdur” kardeşlerimize, hak etmediği muameleye tâbi tutulan, zalimin gaddar eliyle zulme maruz bırakılan “mazlum” kardeşlerimize, berd ü selam bulabilmek için hicrete mecbur olan “muhacir” kardeşlerimize, bu sıkıntılı zamanda şehadet şerbetini içen “şehit” kardeşlerimize, kendini bile ifade etme imkânı bulamayan, kimliksiz yaşamak zorunda kalan “gaip” kardeşlerimize ve hayatının dönemlerinde bunların hepsini yaşamış ve hâlâ yaşıyor olan “Asrın Kara Sevdalısı”na ithaf olunur.
Kur’ân-ı Kerim, aldırmadan yolumuza devam etmemiz gerektiğini mealen şu şekilde beyan buyurur: “Rahman’ın has kulları o kimselerdir ki onlar yerde tevazu ile yürürler. Cahiller kendilerine laf atarsa ‘Selâmetle!’ derler.” (Furkan, 25/63).
Has kulların evsafının anlatıldığı bu âyette kulların tevazu içinde olmaları nazara verilmekte ve onlara adı sanı belli cahil güruhlar sözle sataşırsa “Selametle!” deyip geçip gidilmesi, cahillere bile “Selamette kalın!” dememiz gerektiği beyan buyurulmaktadır.
Gezerken insanlar arasında sevginin yerleşmesini arzu ediyorsanız, tanıdığınıza ve tanımadığınıza selam verin. Selam, muhatapların alakasını celp etmeye vesiledir. “Selâmün aleyküm”ün mânâsı; “Dünya ve âhirette esenlik üzerine olsun. İnşallah kabir azabından kurtulursun. Mizanın hafif olsun, sıratı süratle geç, Cennet’e hızla gir ve Cemalullah’ı müşahede et.” demektir.
Selam; esenlik, emniyet ve güven anlamına gelir, İslam’ı hatırlatır, İslam’ın varlığını gösterme ve iyilik dilemedir, böyle olunca karşı taraf alakasız kalamaz. Selamet, “Benden sana zarar gelmez; dilim, zihnim ve kalbimle sana ancak güzellikler temenni ederim.” demektir. Selamet bir başka açıdan da her yönü ile güzellikleri vaat eden Kur’ân-ı Kerim ile cevap verme anlamına da gelir. Peygamberliğin zirvesi ve hasların hası kul olması hasebiyle yaşanılan en güzel örnekler hep O’na (sallallâhu aleyhi ve sellem) aittir. Efendimiz (aleyhissalâtü vesselam) bütün engellemelere aldırmadan yoluna devam etti; inkârlara, ilhadlara ve cahilce karşı koymalara sadece Kur’ân’la karşılık verdi; Allah da (celle celâluhu) Resûl-u Ekrem’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) her mücadelesini zaferle taçlandırdı, hem de binlerce hasmına rağmen.
Efendimizin (sallallâhu aleyhi ve sellem) kardeşleri vasfına namzet olan âhir zaman küheylanları da dünyanın dört bir yanında, aşkla ve şevkle gerilerek kutsî sulh adacıkları oluştururken her köşe başında yollarını kesen gulyabanilere aldırmadan hizmetlerine emin adımlarla devam ederler.
Başkaları ne düşünürse düşünsün, muarızlar ne yaparsa yapsın, âyette anlatılan tevazu ile hareket ederler ve aleyhlerindeki hiçbir şeye aldırmadan ve karşılaşılan sıkıntılar karşısında da telaş etmeden kendi işlerini layıkıyla yaparlar.
Bize yapılan muamele ne olursa olsun inkisara düşmeden, küsmeden, hiçbir şeye takılmadan yolumuza devam etmeliyiz. Elimizden gelebiliyorsa bir kısım insanlardaki kötü hasletler bile baskı altına alınmalı, onlarla da iyi geçinmeli ve ortak paydaları artırma yoluna gitmeliyiz.
Muarızların düşmanlıkları bize geri adım attırmamalı, tam tersine kutsî dava uğruna yapmamız gerekenleri harfiyen yerine getirmek için mücadele etmeliyiz. Ruhen tek başımıza kaldığımız zamanlar olsa bile bu duyguları korumalı ve iman ve Kur’ân hizmetinde yalnız kalsak bile tekrar boyunduruğun altına girmeli, “Vira bismillah!” deyip her şeye yeniden başlamalıyız.
Zindanlara atsalar, sürgünlere gönderseler, her türlü tenkile maruz bıraksalar da hiçbir sıkıntıya aldırmadan hak bilinen yoldan geri durmamalı, Ashab-ı Kehf gibi isyan ahlakının temsilcileri olabilmeliyiz.
Bu aldırmayan gönüller için en büyük hafakan “emr-i bi’l-ma’ruf, nehy-i ani’l-münker” yapamama olmalıdır. Hazreti Halid (radıyallâhu anh) gibi yatağında ölme korkusunu içinde yaşayan küheylanlardır onlar. Ruhlarının ufkuna yürüdüklerinde de hep Hizmet kervanına yetişiyor olmanın mücadelesini yaşarlar. Bu gönül koymayan delikanlılar ve hanımlar hiçbir zaman takdir beklemez, esas takdirin ötelerde olduğunun farkındadırlar.
Fahr-i Kâinat Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) Mekke’de büyük sıkıntılara mârûz kalmış, tehditler almış ve kendisine ve arkadaşlarına her türlü komplo kurulmaya çalışılmıştı. Bu sıkıntılara aldırmadan kendi doğru yolundan milim inhiraf etmeden sahabesini ötelere taşımıştı. Öyle aldırmıyor ve arkadaşlarının da aldırmaması gerektiğini tavsiye ediyordu ki Beni Haşim ve Abdulmuttalipoğullarının merkezde olduğu üç yıl süren boykot yıllarından çok az bilgi günümüze ulaşmış, bir mânâda Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), sahabesine de aldırmayın demiş ve mesele gizli tutulmuştur. Üç senelik bu hadise ile ilgili siyer tarihinde fazla kaynak yokken daha kısa süren hadiseler için ciltlerce kitaba ulaşabilirsiniz.
Efendiler Efendisi (sallallâhu aleyhi ve sellem) Taif’te aldırmamış, Mekke’de aldırmamış, Medine’de aldırmamış ve sahabesini de hep bu şuurla yetiştirmiştir. İnsanların yaptıklarına aldırmadığını, tazarru ve niyazının sadece Allah’a olduğunu Taif duasında görürüz: “Allah’ım, güçsüzlüğümü, zaafımı ve insanlar nazarında hakir görülmemi Sana şikâyet ediyorum. Ya Erhamerrahimîn! Sen hor ve hakir görülen biçarelerin Rabbisin; benim de Rabbimsin… Beni kime bırakıyorsun? Kötü sözlü, kötü yüzlü, uzak kimselere mi; yoksa, işime müdahil düşmana mı? Eğer bana karşı gazabın yoksa, Sen benden razıysan, çektiğim belâ ve mihnetlere hiç aldırmam. Üzerime çöken bu musibet ve eziyet, şayet Senin gazabından ileri gelmiyorsa, buna gönülden tahammül ederim. Ancak afiyetin arzu edilecek şekilde daha ferah-feza ve daha geniştir. İlâhî, gazabına giriftar yahut hoşnutsuzluğuna duçar olmaktan, Senin o zulmetleri parıl parıl parlatan dünya ve âhiret işlerinin medâr-ı salâhı Nur-u Vechine sığınırım. Sen razı oluncaya kadar affını muntazırım! İlâhî, bütün havl ve kuvvet sadece Sendedir.”[1]
Bütün komplolar karşısında hizmet erlerinin görevi “Allah Bize Yeter” demektir. Bu erler yolun en başında bu sıkıntıları peşinen kabul etmişlerdir. Yol ıstırap yoludur, başkalarının ahireti adına dünyada olan hiçbir şeye aldırmama esas düsturudur. Üstad Bediüzzaman’ın dediği gibi: “Bana, ‘Sen şuna buna niçin sataştın?’ diyorlar. Farkında değilim; karşımda müthiş bir yangın var, alevleri göklere yükseliyor. İçinde evlâdım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, imanımı kurtarmaya koşuyorum. Yolda birisi beni kösteklemek istemiş de ayağım ona çarpmış, ne ehemmiyeti var! O müthiş yangın karşısında bu küçük hâdise bir kıymet ifade eder mi? Dar düşünceler, dar görüşler!” [2]
Sabahattin Ali de Sinop Cezaevinde kaldığı yıllarda, “Başın öne eğilmesin/Aldırma gönül aldırma/Ağladığın duyulmasın/Aldırma gönül aldırma” diyerek dik durulması gerektiğini anlatmaya çalışır. Bu arada, dertler şaha kalkınca bile Allah’a yollanması gerekenin hamd olduğunu hatırlatalım, çünkü Allah’tan ne gelirse gelsin hamd ile yudumlanır.
Bu kutsî dairenin bir ferdi olarak yazının başında ithaf ettiğim sınıfların çoğunun içinde yer almış biriyim. Meriç’te, Ege’de kaybettiğim bir akrabam olmadı, ama bu süre zarfında hapishanelerde, hastanelerde ve hicret yollarında dünya hayatına veda eden bütün kardeşlerimizin ve çocuklarımızın acısını sizin gibi ben de içimde hissettim. Bu kayıpları yaşayanlar da mı aldırmasın, onlar için bir şey diyemeyeceğim, ama ebedî âlemde kazanılacak olanlara baktığımızda burada kaybedilenlerin ötede verileceklerle mukayese edilemeyeceği de âşikârdır. Şayet hayat sadece dünya hayatından ibaret olsaydı, değerlendirmelerimizin makul bir yanı olabilirdi. Hâlbuki insan için dünya hayatı tohumları saçtığı bir yer, âhiret ise bir harman ve hasat, sıkıntılardan kurtulup saadete erme yeridir. Bu dönemde şehitlik mertebesine yükselmiş olan onca kardeşimizin kabirlerinden bizleri seyrettiğini hissedip hepsinin birden “Sabredin, az kaldı!” dediklerini duyar gibiyiz. Ben de bu ifritten dönemde Rabbimden emanetini almasını çok ama çok istedim, bazı hastalıklarla o sınıra geldiğim de oldu, ama dünya çilesini bir miktar daha yaşamamız gerekiyormuş.
Bu yazı, Bediüzzaman’ın dediği gibi, “Bil ey nefsim!” ifadesiyle nefsime bir ikaz ve tavsiyedir. Yazının başlığı belki de “Aldırma Gönlüm” olmalıydı, ama aynı hisleri taşıyan kardeşlerimin ve her zaman affedici olmamız gerektiğini tavsiye eden muhterem Hocamızın hissiyatını da hesaba kattığımda, yazının başlığını “Aldırma Gönül” olarak değiştirdim. Arzu eden abla ve ağabeylerimiz bu yazıdan kendine hisse çıkarabilir.
Yaşanılanlara aldırmadan yola devam etmek çok zordur. Âyetten anladığımız mânâ ile has kul olabilmek bu yoldan geçer. Hasların Has’ı Efendimizin (sallallâhu aleyhi ve sellem) yolunda has kul olmak temennisiyle… Sizler de aldırmayın, vesselam…
Dipnotlar
[1] İbn Sa’d, Tabakâtü’l-Kübrâ, 1/211–212.
[2] Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2010, s. 12.