Masivadan Tecerrüt Allah’tan Uzaklaştıran Şeylerden Uzaklaşma

Dünden bugüne gerek Müslüman âlimler gerekse Batılı İslam araştırmacıları tecerrüt kavramına farklı mânâlar yüklemişlerdir. İslam literatüründe mühim bir yere sahip olan bu mefhum, her kesimden ehl-i kalemin nazarını celp etmiştir. Birçok görüş farklılığına rağmen bu kelimenin daha çok halktan, yaratılmışlardan sıyrılarak Cenab-ı Hakk’a yaklaşmaya vesile olan bir duygu, hatta bir makam olarak ele alındığı ve ortak bir mânâ zemini üzerinde buluşulduğu görülmektedir.

“Soyunma” ve “uzaklaşma” anlamına gelen tecerrüt, tasavvufta Allah’tan (celle celâluhu) gayri her şeyden sıyrılıp sadece ama sadece O’na yönelmek şeklinde tarif edilmiştir. Bazıları bu mefhumu “îsar” hasleti ile irtibatlandırmış, bir kısım ehl-i hakikat ise tecerrüdü, İlahî Kudret ile alakalandırmıştır. Bazı Batılı aydınlar ise meseleyi, İslam’ın şartları açısından anlamlandırmaya gayret etmiştir.

İbnü’l-Fârız bu kavramı, tasavvufta ele alınan makamlar arasında gösterir. Hak ve hakikat yolcusunun, zahirî ve bâtınî tecerrüdü tercih edip tam bir fakr ve fena ile Allah’a (celle celâluhu) yönelmediği taktirde muhabbet, marifetullah gibi şartları eda ve ifa edemeyeceğini söyler. O, zahiri tecerrüde ışık tuttuğu yerde, “Zenginlik mal-mülk çokluğu değildir. Fakat asıl zenginlik gönül zenginliğidir.” prensibini hatırlatır. Meselenin bâtınî yönünü ise, kalbin Allah (celle celâluhu) ile olup marifetullah ve muhabbetullah ile dolu olmasına bağlar ki asıl zenginliğin bu yoldan geçtiğini belirtir.[1]

Frithjof Schuon bu kavramı İslam’ın şartlarıyla bağdaştırır. Konuyu malî ibadet olan zekât ve bedenî mükellefiyet arasında zikredilen oruç ile ele alır. Ona göre oruç tutmak nefsanî arzulardan, dolayısıyla benlikten; zekât vermekse, maddeye ve dünyaya düşkünlükten tecerrüt anlamına gelir.[2] Burada İbnü’l-Fârız’ın zahirî tecerrüdünün, Schuon’da zekât ibadeti ile farklı bir boyuta taşındığı fark edilir. Reynold A. Nicholson ise, meseleyi dünyevî-uhrevî kurtuluşun en mühim reçetesi hükmünde olan iman kavramına bağlar. Nicholson, felahın Allah’a (celle celâluhu) hakiki imanda ve yaratılanlardan tam mânâsıyla tecerrütte olduğuna atıfta bulunur.[3]

Kuşeyrî meseleyi îsar, hakiki hürriyet ve takva yörüngeli değerlendirir. Allah’a (celle celâluhu) kul olanın, başkalarına da kulluktan sıyrılıp gerçek hürriyete ulaşacağını nazara verir. Îsar konusunu ele aldığı yerde tecerrüdü, “Kendileri ihtiyaç duysalar bile o kardeşlerine öncelik verir, onlara verilmesini tercih ederler.” (Haşr, 59/9) âyeti ile telif eder. Konuyu takvanın bir üst mertebesi olarak vasıflandırılan “vera” ile karşılaştırdığı zeminde ise, Yûnus b. Ubeyd’in, “Vera, şüpheli olan her şeyden sıyrılmak ve her an nefsin muhasebesini yapmaktır.” tespitine dikkat çeker.[4]

Hayvanî Nefisten Sıyrılma

Tecerrüdü nefsin alt mertebelerinden kurtulma mevzuu ile bağdaştıranlar da olmuştur. Şah Veliyyullah ed-Dihlevî, hakiki sürûrun, hayvanî nefisten tamamen tecerrüt ile elde edileceğini söyler.[5] Muhyiddin ibn Arabi, insanda mündemiç kâmil bir tecerrüde yönelik arzudan bahseder. Ona göre bu meyelan maddiyatta çarçur edildiği taktirde kemalden mahrum bırakılmış olacaktır.[6]

Bu hususu, “Hak dostluğu” olarak ifade edilen “velayet” ve Nebiler Serveri Efendimizin (sallallâhu aleyhi ve sellem) sünneti ile irtibatlandıranlar da olmuştur. Abdu’l-Bârî en-Nedvî, insanın züht, takva, ibadet ve tecerrütte ne kadar ilerlerse Allah Resûlü’ne (sallallâhu aleyhi ve sellem) müşabehetinin (benzeyişinin) o nispette artacağını açıklar. Zira velayet, nübüvvet kaynağından beslenir.[7]

Fethullah Gülen Hocaefendi ise bu mülahazayı sırasıyla inanç, amel, Kur’ân terbiyesi, Sünnet-i Seniyye’ye ittiba ile birlikte zikreder. İnsanın ayağına vurulan prangadan, Allah’a (celle celâluhu) inanma‎ ve salih amelle; ipotek altına girmektense, Efendimizin (sallallâhu aleyhi ve sellem) arkasındaki azatlılar içine girmekle sıyrılacağını hatırlatır. Kur’ân-ı‎ Kerim terbiyesiyle yeti‏şen fertlerin, eski hâllerinden bütün bütün sıyrılarak sadece Allah (celle celâluhu) için duyup duygulanan ve O’nun için dolup boş‏alan insanlar hâline geleceğini söyler.[8] Hocaefendi konuyu sır ufkuyla da ele alır. Ona göre hafî ufkuna ait mezâhir, benlikten tecerrüde bağladır. Bu itibarla da mecazî varlıktan vazgeçememiş mübtedîler (yolun başındakiler) asla vücud-u hakikînin tecellîleriyle cilvesâz olamazlar.[9]

Üstad Bediüzzaman Said Nursî, Kudret-i İlahî’nin mutlak olduğunu izah ederken tecerrüt sırrından bahseder: Maddî ve hususî kimliklerden uzak mücerret bir mahiyet için, büyük ve küçük, az ve çok farkı yoktur. Mesela iğne gibi bir balık da bir balina da o soyut hayvaniyet mahiyetine sahiptir. Bir mikrop, bir gergedanla benzer bir hayvanî mahiyeti taşır. İlahî ilimde tespit ve takdir edilen bu mahiyetlerin hakikatleri maddî âlemde yaratılırken herhangi bir zorluğun söz konusu olması mümkün değildir.[10]

Sonuç itibariyle ister amelî ister itikadî planda olsun, benlikten, maddeden, eşya ve hadiselerin kendi nefislerine bakan yönlerinden sıyrılamayanların; kutsî mânâlara, ruh ufkuna, kalb dairesine, mücerret hakikatlere, sıfat ve esmanın ışıktan iklimine ulaşması neredeyse imkânsız görülmüştür. Bundan dolayı, kelimelerden anlam dünyasına, kabuktan öze, maddeden fizik ötesine, varlıktan onu var eden İlim, Kudret ve İrade gibi İlahî sıfatların nuranî iklimine, eserden hakiki Müessir’e yaklaşmanın yolu tecerrüde bağlanmıştır. Masivadan sıyrılmanın en müstakim yolu ise, Kur’ânî ve Nebevî hükümlere tâbi olmaktır.

Dipnotlar

[1] İbnü’l-Fârız, Osmanlı Tasavvuf Düşüncesi (İbnü’l-Fârız’ın Kaside-i Taiyye’si ve Şerhi: Makasıd-ı Aliyye fi Şerhi’t-Taiyye), Şerh: İsmail Rusûhî Ankaravî, Haz. Mehmet Demirci, İstanbul: Vefa Yayınları, 2007, s. 181.

[2] Frithjof Schuon, Tasavvuf: Kabuk ve Öz, İstanbul: İz Yayıncılık, 2006, s. 143.

[3] Reynold A. Nicholson, İslam Sufileri, Çev. Mehmet Dağ, Kemal Işık, Ruhi Fığlalı, Abdülkadir Şener, Rami Ayas, İsmet Kayaoğlu, Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları, 1978,  s. 73.

[4] Kuşeyrî, Tasavvufun İlkeleri (Risâle), Çeviren: Tahsin Yazıcı, İstanbul: Kervan Kitapçılık, 1978, s. 207–351.

[5] Veliyyullah ed-Dihlevî, Hüccetullahi’l-Bâliğa, İslâm Klasikleri Dizisi: 13, İstanbul: İz Yayıncılık, 2020, s. 187.

[6] Şeyh’ul-Ekber Muhyiddin ibn Arabi, Tefsir-i Kebir Te’vilât-2, Tercüme: Vahdettin İnce, İstanbul: Kitsan Yayınları, 2008, s. 792.

[7] Abdu’l-Bârî en-Nedvî, Kur’ân ve Sünnetin Işığında Tasavvuf ve Hayat, Çeviren: Mustafa Ateş, İstanbul: İrfan Yayıncılık, 1996, s. 146.

[8] M. Fethullah Gülen, Kur’ân’ın Altın İkliminde, İstanbul: Nil Yayınları, 2010, s. 565.

[9] M. Fethullah Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri-4, İstanbul: Nil Yayınları, 2012, s. 57.

[10] Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2007, s. 575.

Bu yazıyı paylaş