Acil dâhiliye nöbetlerine başladığım ilk günlerden biriydi. Acil hastalara yaklaşım ile ilgili epey makale okumuştum, ama gerçek hayat tecrübem olmadığı için heyecanlıydım. Acil servisin kapısı hızlı bir şekilde açıldı ve ağzından kan gelen, genç bir hasta sedye üzerinde içeri girdi. Soğukkanlı olmaya çalışarak hastanın şikayetlerini öğrendim; göğüs ağrısı ve nefes darlığını tarif ediyordu. Tansiyon ve nabız değerlerini öğrendim ve hastayı muayene ettim. Temel kan testlerini, elektro ve akciğer grafisini kontrol ettim. Akciğer filminde, düzgün, sınırlı bir kitle vardı, ama neye bağlı olduğuna bir türlü karar veremedim. Genel olarak tecrübe eksikliğinden, biraz da panik hâlinden, okuduğum bilgileri bir araya getirip bir sonuca ulaşamıyordum. Benden daha kıdemli olan bir doktora danışmaya karar verdim. Hastaya ağız ve genital bölgesinde yara, vücudunda sivilce benzeri lezyonların olup olmadığını sordu. Olumlu cevap alınca, “Bu, Behçet hastalığına bağlı, akciğer ana damarında genişleme ve balonlaşma (pulmoner arter anevrizması).” dedi. Servise yatırdığımız hastanın tedavisine başlandı ve şikayetleri geriledi. Benden kıdemli olan doktor arkadaşın, o kadar bulguyu özetleyip teşhisi koyması, tecrübesiz bir hekim olarak beni etkilemişti.
Sonraki yıllarda çok saygı duyduğum, kalb cerrahı olan bir büyüğümüz, kendi sahasında iyi bilinen bir ders kitabından bahsetmişti. Kitabın ön sözünde, Hristiyan bir yazar, hastaların bulgularının bir araya getirilerek teşhis konulmasının ve buna göre tedavi planlanmasının Cenab-ı Hak tarafından Hazreti Âdem’e (aleyhisselâm) bahşedilen “talim-i esmâ” mucizesinin bir tezahürü olduğunu ifade ediyordu.
Aslında tıptaki birçok gelişme, hastalarda ortaya çıkan bulguların ve tedavi sonuçlarının, tıbba kendini adayan doktorlar tarafından yorumlanması ile elde edilmiştir. Bir örnek verecek olursak, 1940’li yıllarda ilk olarak Hintli bir bilim adamı olan Subbarow tarafından folik asit dediğimiz vitamin izole edilmiştir. İnsanda folik asit eksikliğinin kansızlığa yol açtığı ve folik asit tedavisi ile bulguların düzeldiği gösterilmiştir. Daha sonra, çocukluk çağındaki lösemi hastalarında folik asit eksikliğine benzer bulgular görülmesinden dolayı bu hastalarda da folik asit tedavisi denenmiştir. Fakat sonuç tam bir hayal kırıklığı olmuştur, zira hastalığın ilerleme hızı, folik asit tedavisi sonrası dramatik bir şekilde artmıştır. Ancak Boston Çocuk Hastanesinde patolog olarak çalışan ve kendini bir yönüyle bu hastaların tedavisine adayan Dr. Sidney Farber, bu trajediyi akılcı bir yaklaşımla bir fırsata dönüştürmüştür. Farber’e göre, folik asit tedavisi, kanser hücrelerinin gelişimini hızlandırıyorsa, folik asidi azaltan bir tedavinin, kanser hücrelerini durdurması gerekirdi. Folik asit aslında hücrenin yaşaması ve çoğalması için kritik önemi olan DNA ve RNA sentezinde temel rol oynayan bir moleküldür ve hızlı bölünen kanser hücreleri için çok lüzumludur. Farber’in teşvikiyle Subbarow, folik asidin sentezini durduran bir molekülü ilaç hâline getirmiştir. Farber ilk olarak 1947 yılında bu ilacı, lösemili çocuklarda kullanmış ve folik asit açlığı oluşturulduğunda, hızla çoğalan kanser hücrelerinin bölünmesinin bozulduğunu ve birçok hastanın iyileşmeye başladığını göstermiştir.[1] Folik asit sentezini durduran ilaçlar hâlen tıpta belli kanser türlerinin ve iltihaplı romatizmaların tedavisinde kullanılmaktadır. Yukarıda anlatılan hastalıklara ve şifaya bakış açısının günümüzde tekrar değerlendirilmesi adına, hastalığı da şifayı da verenin Rabbimiz olduğunu unutmadan kısa bir tefekkür penceresi açmak faydalı olabilir.
Talim-i Esmâ
Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin İşârâtü’l-İ’câz adlı eserinde, Bakara sûresinin 31. âyetinde geçen “talim-i esmâ” hakikatini tefsir eder.[2] Bir önceki âyette Cenab-ı Hak, insanı yeryüzünde halife olarak yaratacağını ifade buyurmuş, melekler de “Yeryüzünde kan dökecek ve fesat çıkaracak bir mahlûk mu yaratacaksın?” diye sorarak olayın aslını anlamaya çalışmıştır.[3] Üstad, talim-i esmâ mucizesinin, insanın bu hilafete liyakatini meleklere kabul ettirmeye matuf olduğunu zikreder. İnsana bahşedilen hilâfet, Allah’ın (celle celâluhu) hükümlerini icra ve kanunlarını yeryüzünde tatbik etmesi içindir, bu da ilme, dolayısıyla talim-i esmâya bağlıdır. Cenab-ı Hak, Hazreti Âdem’e âlî bir fıtrat, yüksek bir istidat, ulvî bir vicdan vermiş ve onu ihâtalı duygularla donatmıştır. Ayrıca onu bütün eşyanın hakikatini anlamaya namzet olarak hazırlamış ve bütün isimleri kendisine öğretmiştir. Böylece Hazreti Âdem ve nesli, sonrasında gelişecek bütün ilimlerin neşvünema bulmasına uygun bir istidatta ve kabiliyette yaratılmıştır. Talim-i esmâ ile eşyanın hakikatine vâkıf olma kabiliyeti kazanan insan, Allah’ın kâinata koyduğu kanunları keşfedebilmiş, mekanizmaları çözebilmiştir. Bu sâyede çok değişik ilim dalları gelişmiş ve insanlık maddî ve manevî anlamda terakki etmiştir.
Kur’ân’dan İdrake Yansıyanlar adlı eserinde M. Fethullah Gülen Hocaefendi, bu hadisede muhatabın sadece Hazreti Âdem değil, bütün insanlık olduğunu ve ona öğretilen şeylerin hepsinin bir nüve mahiyetinde olduğunu ifade eder. Ayrıca Cenab-ı Hakk’ın onun özüne yerleştirdiği ihtiyaç ve zaruret hisleri ve benliğine koyduğu öğrenme arzusu sayesinde hem isimleri hem de onların müsemmalarını, yani tekabül ettikleri şeyleri belleme kabiliyetinin olduğunu dile getirir.[4]
Kur’ân-ı Kerim’de “talim-i esmâ” şeklinde anlatılan ve Hazreti Âdem’in meleklere rüçhaniyetine ve halifeliğine sebep olarak gösterilen hâdisenin, insanın bilgileri ve olayları birleştirip sonuca gitme ve devamlı yenilikler geliştirme özelliğine işaret ettiği söylenebilir. Cenab-ı Hakk’ın Hazreti Âdem’e lütfettiği bu kabiliyet sayesinde insan hem nesnelerin isimlerini öğrenmiş hem de kâinatta cereyan eden olayların sebep netice münasebetini, oluş mekanizmalarını anlayarak yeni terkiplere ulaşmış ve sürekli yenilikler ortaya koymuştur. Neticede, kâinatta geçerli olan tekvinî emirlerin ve kanunların insanlar tarafından keşfedilmesi ve bunlara dayanarak teknolojik yeniliklerin geliştirilmesi, bu mucizenin bir yansımasıdır. Buna göre insan yerçekiminin varlığını ve suyun kaldırma kuvvetini bulurken veya uzaya giderken aslında hep bu mucizenin gölgesinde seyahat etmiştir. Bediüzzaman, insanın mazhar olduğu bütün ilmî ve fennî gelişmelerin, “talim-i esmâ” ile ifade edildiğine dikkat çeker.[5]
Elmalılı Hamdi Yazır ise talim-i esmâ hâdisesinin, terbiye sırrı hükmünce, birdenbire değil, tedricî olarak cereyan ettiğini ifade eder. İsimlerden maksadın ise sadece lisan değil, eşyanın özellikleri ve onlardan hâsıl olan ilim olduğunu belirtir. Hazret kendi yorumunda, ilmin yanında kelâm-ı nefsi olan zihnin de kastedildiğini dile getirir. Ayrıca talim-i esmânın, Hazreti Âdem’in yeryüzündeki hilâfetinin eseri değil, sebebi olduğunu vurgular.[6]
Cenab-ı Hak, mükemmel sanatlarıyla tezyin ettiği kâinatı, takdir ve tefekkür edecek mütalaacıları ister.[7] Bunun sonucu olarak diyebiliriz ki kâinata ve insana yerleştirilen sırlar, hakikati arayan âlimler ve bilim insanları tarafından büyük ölçüde keşfedilecektir ki değeri anlaşılsın, takdir edilsin. Kur’ân bu durumu anlatırken insanlığın bir gün âfâkî ve enfüsî tefekkürleri sayesinde kâinata yerleştirilen âyetleri göreceğini ve Kur’ân’ın Allah kelamı olduğunu haykıracağını zikreder.[8]
Peygamber Efendimize (sallallâhu aleyhi ve sellem) gelen ilk vahyin “Oku!” olması da bu meyanda dikkat çekicidir. Bir yönüyle Cenab-ı Hak, ilk peygambere öğrettiği isimlerin, rüçhaniyet ve halifelik sırrına mazhariyet için ihsan ettiği bütün istidatların, son peygamber olan Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) tarafından kâmil mânâda okunmasını ve hayata geçirilmesini emretmektedir.
Dipnotlar
[1] Anand N. Malaviya, “Landmark papers on the discovery of methotrexate for the treatment of rheumatoid arthritis and other systemic inflammatory rheumatic diseases: a fascinating story”, Int J Rheum Dis, 2016, 19:844–51.
[2] Bediüzzaman Said Nursî, İşârâtü’l-İ’câz, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2007, s. 207.
[3] M. Fethullah Gülen, “Şeytanî Bir Mırıltı: ‘Ben kendime yeterim!’, 24 Haziran 2013, Herkul Nağme, www.herkul.org/herkul-nagme/340-nagme-seytani-bir-mirilti-ben-kendime-yeterim/
[4] M. Fethullah Gülen, Kur’ân’dan İdrake Yansıyanlar, İstanbul: Nil Yayınları, 2011, s. 54.
[5] Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2010, s. 279.
[6] Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, İstanbul: Eser Neşriyat, 1992, s. 297–312.
[7] Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2010, s. 187.
[8] Fussilet, 41/53. M. Fethullah Gülen, Fasıldan Fasıla-4, İstanbul: Nil Yayınları, 2011, s. 162.