Varlık aslında bir bütün iken biz onu canlı veya cansız varlıklar şeklinde parçalayarak algılıyoruz. Bunda beynimizin ve hislerimizin rolü vardır, fakat temele inildiğinde, bunun bizim sonlu ve sınırlı fertler olmamızdan kaynaklandığı görülür.
“Kâinat bir bütündür.” derken maddî nesneler olarak algıladığımız masa, sandalye, kitap, kalem, ağaç ve kuş gibi şeylerin aslında temel parçacıklardan yapıldığını, bu parçacıkların da belli bir yerde olmayıp bütün kâinata yayılmış dalga fonksiyonları şeklinde, birbirileriyle iç içe ve sürekli etkileşim hâlinde olduklarını kastediyoruz. Daha da önemlisi, bir parçanın ne olduğu ve özellikleri, diğer parçalara ve bu parçanın onlarla karşılıklı münasebetine göre belirlenmektedir. Aslında parçalara bölmek, aynı zamanda bir şeyleri daha iyi ve daha kolay anlamak için fizikte ve diğer bilimlerde kullanılan bir metottur. “İndirgemecilik” denilen bu metodun karşısında bütüncül bakış diyebileceğimiz “holistik anlayış” vardır. Bu görüşün temelinde de bütünün, onu oluşturan parçaların toplamından daha fazla bir şey olduğu gerçeği yatar. Mesela insan bir atom yığını olmayıp atomların toplamından çok daha fazla bir varlıktır. Aynı şekilde Sultanahmet Camii de onu oluşturan taş ve toprağın toplamından fazla ve farklı bir mânâ ifade eder. Mesnevî-i Şerif, içindeki kelimelerin veya harflerin toplamından ibaret değildir, çok derin anlamlar içerir. Netice olarak parçalar bütünü teşkil ederken tek tek parçalarda bulunmayan yeni özellikler ortaya çıkmaktadır.
Öyleyse parçadan yola çıkarak bütünü anlamak ve bütünden yola çıkarak parçayı anlamak tarzında iki tür yaklaşımdan söz edilebilir. Bir şairin uygun kelimeleri metnin içinde kafiye veya hece sayısı bakımından en uygun yerlere koymaya çalıştığını fark ederiz. Bunu elbette maksadını en veciz ve estetik şekilde ifade etmek için yapar. Öyleyse bir edebî eseri değerlendirirken bütünden yola çıkıp parçayı anlamaya çalışmak daha öncelikli ve daha anlamlıdır denilebilir. Kâinatı ve içindeki her şeyi bir sanat eseri olarak gören anlayışta, fizik kanunları ve bunlara uyarak maddî nesnelerin yaratılmasında istihdam edilen temel parçacıklar, bu muhteşem sanatların Yaratıcısının veya Sanîinin muradı bilinirse daha iyi anlaşılacaktır. Mesela Yaratıcımız, Kur’ân’da bu kâinatı, akıl ve irade sahibi varlıkların imtihanı için ve marifeti ve muhabbetine vesile olması maksadıyla yarattığını söylüyorsa, fizikî sabitlerin ve bütün parametrelerin canlıların barınmasına uygun bir ortam teşkil edecek şekilde seçilmesi ve belirlenmesi gerektiği açıktır. Bugün bilim ve özellikle de fizik, tam da bu noktaya gelmiş ve buna Antropik Kozmolojik Prensip adını vermiştir. Bu müthiş gerçeği hakkıyla ele alabilmek müstakil bir eser yazmayı gerektirir.[1]
Bütün ve parça ikilemine ilahiyat perspektifinden bakarsak, Zât’ında bir olan Allah’ın 99 (Cevşen’de 1001) isim ve sıfatla anılması, İbn-i Sina gibi felsefecilerin “Birden bir sudûr eder (kaynaklanır).” kaidesinin eleştirisi,[2] “Bir şeyi her şey ve her şeyi bir şey yapmak; her şeyin Hâlık’ına has ve Kadîr-i külli şey’e mahsus bir nişandır, bir âyettir.”[3]ilkesini düşündüğümüzde, “vahdet ve kesret ikilemi” diye bilinen, nazarî tasavvufun en önemli meselesi ile karşı karşıya kalırız. Bu ikilemin çözülmesi, bugün fizikte “her şeyin teorisi” denilen büyük birleşik teori ile fiziğin birleştirilmesi adına bazı ipuçları sağlayabilir.
Kuantum fiziği ve özellikle kuantum alan teorisi, asıl olanın temel parçacıklar değil, bütün kâinata yayılmış alanlar olduğunu ortaya koymuştur. Bütün temel parçacıkların enerjiden oluşabileceği gösterilerek modern fiziğin araştırma konusu olabilecek “Her şeyin nurdan yaratılması” gerçeğine ışık tutulmuş, ayrıca kuantum boşluk denilen kâinatın ana maddesinin süper akışkan bir ortam olduğu gibi fikirler öne sürülmüştür.[4] Öyle ki bütünün, parçacıklarının bu ortamda ortaya çıkan girdaplarından, temel kuvvetlerin de bu kuantum sıvı tarafından iletilen etkileşimlerden ortaya çıktığı fikri öne sürülmüştür.[5] Bu fikirler henüz gelişmemiş durumda olup ileride gözlem ve deneylerle test edilmeyi beklemektedir.
Kur’ân-ı Kerim’de, Allah’ın Arşının su üzerinde olduğu ve bütün canlıların sudan yaratıldığı açıkça bildirilmiştir. Hûd sûresinin 7. âyetinde kâinatın yaratılışına dikkat çeken Rabbimiz, “Bundan önce ise Arşı su üstünde idi.” buyurmuştur. “Su” olarak tercüme edilen “mâ” kelimesinin, “sıvı madde, akışkan, akıcı, akışkan sıvı, hareketli sıvı” anlamları da mevcuttur. Kâinatın nasıl yaratıldığını anlamak üzere 41 ülkeden 1800 araştırmacının yer aldığı ALICE araştırma grubunun Büyük Hadron Çarpıştırıcısında yapmış olduğu deneyde, Xenon çekirdekleri çok büyük hızlarda çarpıştırıldı. Bu çalışmayla kâinatın muhtemel ilk anları ile ilgili çok büyük bir keşfe imza atıldı. Deney neticesinde ortaya çıkan tahmini sonuç şu idi: Kâinat, Büyük Patlamadan bir mikrosaniye (saniyenin milyonda biri) sonra, henüz hiçbir atom yaratılmadan önce, akışkan bir sıvı hâlinde olmalıydı ve bu sıvı, atomlardan değil, kuarklar (maddenin temel bileşenlerinden biri olan parçacıklar) ve gluonlardan (kuarklar arasındaki etkileşimi sağlayan temel parçacıklar) oluşmaktaydı. “Kuark-gluon plazması” denilen bu akışkan sıvının sıcaklığının, 4 ile 6 trilyon santigrat derece arasında olduğu düşünülmektedir.[6] Özetle, atomlar yaratılmadan önce, kâinat muhtemelen akışkan bir sıvı davranışı gösteriyordu. Bediüzzaman Said Nursî bu âyeti şu şekilde yorumlamıştır: وَكاَنَ عَرْشُهُ عَلَي الْمَٓاءِ (Bundan önce ise Arş’ı su üstünde idi) âyeti, şu madde-i esîriyeye işarettir ki Cenâb-ı Hakk’ın Arşı su hükmünde olan şu esir maddesi üzerinde imiş. Esîr maddesi yaratıldıktan sonra, Sâniin ilk îcadlarının tecellisine (ortaya çıkmasına) merkez olmuştur.”[7]
Allah Teâlâ’nın isim ve sıfatları, bizim idrak dünyamıza inildiğinde, pek çok farklı kavramla ifade edilebilmekte, bu kavramlar ne kadar çok olursa olsun o Zât’ı kuşatamadığı bilinmektedir.
Asıl olan bütün, izdüşümleri alındığında, birçok farklı şekilde kendini göstermektedir. Bu da yüksek boyutlardan aşağı boyutlara inmenin gerektirdiği bir sonuçtur. Tek bir hakikatin farklı farklı algılanması, bir filin nasıl bir şey olduğunu anlamaya çalışan körlerin meşhur hikâyesinde olduğu gibi görülebilir.[8] Biz de hakikati asıl hâliyle bir bütün olarak kavrama kapasitesine sahip değiliz; parçalamak, bölmek veya iz düşümü almaya mecbur olduğumuzdan dolayı parça-bütün ikilemi doğmakta ve bu ikilem kolay kolay çözülememektedir. Gerçi böyle bir yetersizliğin farkında olmak da bir çeşit bilgeliktir. Hak dostları O’nu anlatırken, “Cenab-ı Hak akla gelen her şeyden müberrâdır.” demişler ve O’nun Zât’ını düşünmek yerine, O’nu sıfatları ve isimleri yardımıyla tanımak gerektiği üzerinde durmuşlardır. Zira sınırlı yaratılan ve üç boyutlu âlemde yaşayan bir varlığın, mutlak ve münezzeh sıfatları olan Yaradan’ı tam mânâsıyla tanıması mümkün değildir. O’nu tanıma adına her denemesinde, O Zât’ı kendi sınırlı ve üç boyutlu âlemine indirgemek isteyecek ve her denemede başarısız olacaktır.
Hâsılı, bütün ve parça ilişkisi, pek çok bilimsel gerçeği anlama adına kullandığımız önemli bir yaklaşımdır. Bu sayede Cenab-ı Hakk’ın bir tecellisi olarak nitelendirebileceğimiz kâinatı anlayabilir, eserlerini ve fiillerini tefekkür ederekO’nun sıfatları hakkında bilgi sahibi olabilir ve bu sayede O’nu sevebiliriz. O’nu Zâtı ile bilebilmek ise bizim için mümkün değildir ve bunun idrakinde olmak da ayrı bir nimettir. Rabbimizden daimî ümidimiz, âhirette bizi bütün güzelliklerin menbaı olan cemâlini görebilme şerefi ile şereflendirmesi ve bizi vuslatına erdirmesidir.
Dipnotlar
[1] John D. Barrow, Frank J. Tipler, The Anthropic Cosmological Principle, New York: Oxford University Press, 1986
[2] Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2010, s. 590.
[3] A.g.e. s. 40.
[4] K. P. Sinha ve ark. “Aether as a superfluid state of particle-antiparticle pairs”, Foundations of Physics, 1976, 6 (1): 65–70.
[5] K. Huang, A Superfluid Universe, Singapore: World Scientific, 2016.
[6] Susmita Acharya ve ark. “Anisotropic flow in Xe–Xe collisions at √sNN =5.44 TeV”, Physics Letters B, 784 (2018) 82.
[7] Bediüzzaman Said Nursî, İşârâtü’l-İ’câz, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2007, s. 190.
[8] Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Mesnevî, Nazmen Tercüme: Ahmet Metin Şahin, İstanbul: Kaynak Yayınları, 2011, s. 304.