Hicret Diyarlarında Kök Salmak

Hazreti Yusuf’un (aleyhisselâm) Mısır’da temekkün etmesi, Yusuf sûresinde iki yerde geçer. “Temekkün”; yerleşmek, vakarlı veya temkinli olmak veya bir sultanın yanında rütbe sahibi olmak anlamına gelir.

Aynı sûrenin 21. âyetinde, temekkün etmenin bir başka buudundan bahsedilmektedir. Âdetullah nazara alındığında, temekkün etmenin belli şartlara riayetten sonra olabileceği fark edilebilir.

Hazreti Yusuf (aleyhisselâm) kuyuya atılmış, kervancılar tarafından bulunup kuyudan çıkarılmış, ardından da köle olarak satılmış ve bunca sıkıntıları yaşadıktan sonra Mısır’da kök salması nasip olmuştur. Bu serüven âyette mealen şu şekilde resmedilir:

Mısır’da Yusuf’u satın alan vezir, hanımına: ‘Ona güzel bak!’ dedi, ‘Belki bize faydası dokunur yahut onu evlat ediniriz!’ Böylece Yusuf’un o ülkede yerini sağlamlaştırdık, ona imkân verdik ve bu cümleden olarak, ona rüyaların yorumunu öğrettik. Allah Teâlâ iradesini yerine getirmekte her zaman mutlak galiptir, fakat insanların çoğu bunu bilmezler.” (Yusuf, 12/21).

Peygamber kıssaları, Kur’ân’ın anlattığı gerçek hayat hikâyeleridir. Kur’ân, ibretlik kıssalarla bizlere âdeta şöyle der: “Bu sıkıntıları Peygamberler yaşadıysa, Peygamber yolunda gidenlerin de yaşaması mukadderdir.”

Hazreti Yusuf’un (aleyhisselâm) yaşadıklarından anlaşılacağı üzere, temekkün edebilmenin şartının sıkıntılar yaşayarak hicret etme olduğu anlaşılabilir ki dünyada medeniyetleri kuranların çoğu, yaşadıkları ülkelerden ayrılmak mecburiyetinde kalan topluluklardır.

Hicret edenlerin dünyada güzel şekilde yerleştirilecekleri, farklı olarak Nahl sûresinde şöyle anlatılır:

(Bulundukları yerde inançlarından dolayı) zulme mârûz kaldıktan sonra Allah uğrunda hicret edenleri elbette dünyada güzel bir yere yerleştiririz. Âhiret’te verilecek mükâfat ise şüphesiz daha büyüktür. (İnsanlar) bunu bir bilselerdi!” (Nahl, 16/41).

Bu âyette, hicret sonrası “… dünyada güzel bir yere yerleştiririz.” ifadesinin karşılığı olan fiil “tebevvee” fiilidir. Bu fiil Arapçada oturma, güzelce yerleşme, bir miktar konaklama ve geleceğe hazırlanmak anlamlarında kullanılır.

Demek ki hicret ettikten sonra güzelce yerleşme var, ama kök salmanın gereklilikleri Yusuf sûresinde anlatıldığı şekli ile sıkıntılar çekme ile birlikte her türlü muhafaza ve bilme kavramlarından geçmektedir.

Dünyada güzel bir yere yerleştirildikten sonra istikrarlı bir şekilde hayatı devam ettirme, iradeye vâbestedir. Dikkat edilmezse hicret edilen yerlerde bile Allah davasından kopuşlara sebep olabilecek durumlar karşımıza çıkabilir. Hizmet ile tanışmak lütuf olsa da süreklilikte irade esastır. İnsan her zaman âkıbetinden endişe etmelidir. Tahrip her zaman daha kolaydır. İnsanı olduğu gibi bırakırsanız harabiyet başlar. Birisine bir ay süreyle bir şey anlatmaz, metafizik gerilim adına bazı güzellikleri fısıldamazsanız o insan geriye gider ki insanı hayırlardan uzak tutup dünyaya çağıran insî ve cinnî şeytanlar her zaman çevresindedir. Muhatabı sımsıkı tutup şefkatle muamele edersek o da bize sarılır, sarsıntılarını vicdanımızda yaşarsak kaymalarına fırsat vermeyiz.

Allah rızası için hicret edilen yerlerde de iman ve Kur’ân hizmetine dair hususları sık sık hatırlatmakta fayda vardır. Temsilimizin her türlü düşüncenin önünde olduğu nazara verilmelidir, bu hatırlatmalar yazarak, okuyarak ve anlatarak olabilir. Muhatapların kalb ve vicdanlarındakini okumadan, anlamadan onlara bir şey verebilmek imkânsızdır. Hocaefendi’nin enfes değerlendirmesi ile muhataplara bir şeyler okuyacaksanız öncesinde onları çok iyi okumuş olmanız gerekir. İyi düşüncelerle müstakilen hicret yeterli değildir. Hicrette temadi, birbirimizi motive etme ile halis daireye evrilir, yeni beldelerde güzelce yerleşmenin ardından gerekli olan şey, insanları hizmet şuuruna ulaştırma olmalıdır; temekkün etme, yani fikren gönüllere girme ancak o zaman başlar.

Hazreti Yusuf (aleyhisselâm), Allah’ın takdiri ile şer gibi gözüken hâdiseler zincirinde hayırlara sürüklendi. Çileli yolun kaderi buydu aslında… En yakınların haset edecek, kuyuya atılacaksın, kuyudan harikulade bir kurtuluşla çıkacaksın, sonrasında çok küçük bir bedel karşılığında köle olarak satılacaksın…

Satın alan kişi Mısır Azizi, Yusuf’un farklı bir çocuk olduğunun farkına varmıştı ve Yusuf’u köle pazarından alıp sarayına getirmişti. Kuyuda başlayan çile, sarayın ortasında son bulmuştu. Aslında son bulmamıştı; başka bir keyfiyette yeni bir çile başlayacaktı. Onda da çok hikmetler vardı.

Hâdiseler bir kısım yönleri itibarı ile çirkin gözükseler de kaderî planda, içlerinde başka hikmetler barındırıyordu. Hazreti Yusuf’un sarayda kendi hâlinde bir çocuk olarak kalması, onu Mısır’a aziz yapmazdı. Sarayda iftiraya mârûz kalıp hapishanede bir süre daha çile doldurdu, ardından her şey ortaya çıktı ve tertemiz olduğu tebeyyün ettikten sonra Mısır’a aziz oldu.

Allah (celle celâluhu) Hazreti Yusuf’u (aleyhisselâm), Hazreti Yakup’u (aleyhisselâm) ve Hazreti Yusuf’un kardeşlerini Mısır’a yerleştirdikten sonra İsrailoğulları Mısır’da çoğaldılar ve yüksek mevkilere geldiler. Vakar sahibi oldular. Kök saldılar. Allah, onların içlerinden peygamberler gönderdi ve onları kendi işlerinin sahibi, hür insanlar kıldı.

İsrailoğullarının Hazreti Yusuf (aleyhisselâm) ile başlayan Mısır serüveni kaderin tecellisi ile Hazreti Musa (aleyhisselâm) ile sonlanacaktı, çünkü muhafaza etme ve bilme azalmıştı. Köleleştirilmiş bir toplumda ayakları üzerinde durma ve ekolleşme olamazdı. Yeni bir nefes, yeni bir ses, bu kavme öğretilmesi gerekenleri tekrar öğretecek ve onları esaretten kurtaracaktı.

Bu kavmi esaretten kurtaracak olan o talihli de bir sanduka içinde saraya kabul edilmiş olan, Hazreti Yusuf’un neslinden gelen Hazreti Musa (aleyhisselâm) idi. Hazreti Musa da imtihanlarla, çilelerle büyük bir vazifeye hazırlanmış, nihaî olarak kayınpederinin rahle-i tedrisini tamamladıktan sonra mukaddes yolculuğa çıkmıştı. Kaderin tecellisi bu şekilde idi. Tekrar tozlanmış hakikatlere saykal vurmak, çilelerle geçen bir ömür gerektiriyordu. Bu çileler yaşanmadan kök salmak ve muhataplar tarafından kabul görmek mümkün değildi.

Âyette Hazreti Yusuf’un yaşadıkları anlatıldıktan sonra, “kezâlike” (böylece) ile bağlanarak “mekkennâ” (iktidar verdik) ifadesi kullanılır. Kıssaların en güzeli olan Yusuf sûresinde anlatılanlar, günümüz için de önemli birer işarettir. Demek ki kuyuya atılmadan, kardeşlerinin kindarlıkları dindarlıklarının önüne geçmeden, az bir pahaya köle olarak satılmadan, iftiralara uğrayıp aklanmadan, suçsuzlukları bilinmesine rağmen devletin güdümünde olan hâkimler tarafından hapse atılmadan bir yerde kök salmak mümkün değildir.

Kur’ân âyetlerinin mânâ yüklü ifadelerinden anlıyoruz ki kardeşler, en yakınlar, hangi planları kurarsa kursun, kervancılar ne yaparsa yapsın, Aziz’in eşi ne düşünürse düşünsün neticede bunların her biri kader ve kaza planının gerektirdiği şeylerdir ve Allah’ın murad-ı sübhanisine hizmet ediyorlardır.

Dünyanın dört bir yanında, Üstad Bediüzzaman’ın tespit ettiği asrın hastalıkları olan fakirlik, cehalet ve iftirakla mücadele edip sulh adacıklarının tesisine çalışan bu Hizmet’e yapılan bunca haksızlık, hukuksuzluk, işkence ve zulmün, sadece bu kutlu davanın dünya çapında kabulüne vesile olduğunu ibretle müşahede ediyoruz.

“Neden hemen sonuçlanmıyor?” sorusuna gelince, Üstad Bediüzzaman’ın ifadesi ile “Kudret-i ezeliye, en evvel eşyanın melekût, yani içyüzüne taalluk eder.[1] Eşyanın dış yüzünde, yani şehadet âleminde durum farklıdır. Bu da imtihanın ayrı bir sırrı olup beklemek ve sabretmeyi gerektirir. Kur’ân Ebu Leheb’in talihsizliğini vukuundan yıllar evvel haber vermişti, ama şehadet âleminde sabredip beklemek gerekiyordu.

İnsanoğlunun alışkanlıklarını, ünsiyet ettikleri yerleri terk edip başka bir yere gitmesi zordur. Ehl-i beytin dünyanın farklı yerlerine şedd-i rihal etmesinin sebeplerinden birisi de Yezid ve benzeri zalimlerin zulümleridir.

Müminler İslam’ın güzel çehresini yaşayarak göstermek için güneşin doğup battığı her yere gitmek zorunda idi. Masum ve mazlum oldukları hâlde zalimlerin kahrına uğrayıp dünyaya dağılmışlardı… Allah’ın takdiri ve murad-ı sübhanisi, o insanların gittikleri yerlerde kök salmaları, ekolleşmeleri ve İslam’ın dırahşan çehresini ihtiyaç sahiplerine göstermeleri idi.

Temekkünden bahsederken İslam tarihinde kök salmanın başlangıcı olarak kabul edilen Akabe buluşmalarını da unutmamamız gerekir. Akabe, İslam adına yepyeni bir açılımdır. Mekke’de yaşanan sıkıntılardan sonra Allah davası Medine’ye doğru yönünü çevirecek ve mukaddes dava zuhur ettiği yer olan Mekke’de değil Medine’de kök salıp yerleşecekti. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve arkadaşlarının hicreti, kaderin o kutlu insanları sevkiydi.

Efendimiz ve arkadaşları, güven, hüsn-ü zan ve i’sar ile gönüllerde taht kuruyordu, çünkü Efendimizin öğretisi bu üç sırlı hâlin özeti idi. İşte sahabenin gönüllerde taht kurmasının sacayakları bu üç haslet idi.

Temekkün sadece bir mekâna yerleşmek demek değildir; asıl temekkün, gönüllerde taht kurmak, duygu ve düşüncelerde kök salmaktır. Bunun en büyük ve ilk örneğini de Sahabe Efendilerimizde görmekteyiz. Onlar hicret diyarlarına Rabbimiz tarafından güzelce yerleştirilmiş, ardından iradelerini en doğru şekilde kullanarak gönüllerde kök salmayı yani temekkünü başarmışlardır. Bu kutluların takipçileri de ancak onlar gibi olabilirlerse gönüllerde taht kurabileceklerdir.

Yusuf sûresinin Mekke’de, boykot yıllarında nâzil olduğu düşünüldüğünde, Rabbimiz; Efendimiz’e ve Sahabeye teselli sadedinde âdeta şunları hissettiriyordu: “Boykotta, sıkıntı içindeki kullarım! Mahzun olmayınız. Bu sıkıntılı günleri de geride bırakacaksınız. Hem bu coğrafyada hem de bütün dünyada temekkün edeceksiniz.”

Hâsıl-ı kelâm; Hazreti Yusuf (aleyhisselâm), Hazreti Musa (aleyhisselâm) ve Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) gibi yurdundan yuvasından ayrılmadan, Hazreti Hüseyin (radıyallâhu anh) gibi şehitler vermeden, bir şaki gibi yıllarca takip edilmeden, istintaklara tabi tutulmadan, sıkıntılar çekmeden, bütün dünyası küçük bir sepetten ibaret olmadan, hanesi cami penceresi veya ayaklarını tam uzatamadığı tahta bir kulübe olmadan, davasının kutsiyeti adına mübah olan şeyleri bile terk etmeden, milletinin imanının selameti adına dünyasını da âhiretini de feda etmeden, ruhunda tarrakalar olurken sanki hiçbir şey olmamış gibi insanlarla oturup onların dertleri ile ilgilenmeden insanların gönüllerinde kök salmak, dünyada temekkün edip ekolleşmek mümkün değildir.

Dipnot

[1] Bediüzzaman Said Nursî, İşârâtü’l-İ’câz, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2007, s. 76.

Bu yazıyı paylaş