Kardeşliğin Üç Hasleti

Mümin; inanılması gereken her şeye tam mânâsıyla inanan, Cenab-ı Hakk’a ve mümin kardeşlerine itimadı tam, hüsn-ü zan ile şahlanıp bir an olsun îsar hasletini bırakmayan, etrafına hep emniyet vaadeden insandır. Hüsn-ü zan, güven ve îsar; kardeşliğin farklı hasletlerinden üç önemli vasıftır.

Hüsn-ü Zan

Hüsn-ü zan kelime olarak “güzel düşünme, iyi kanaat besleme” mânâsına gelirken dinî terminolojide birinin iyi niyetli olduğunu veya bir hâdisenin neticesinin güzel sonuçlar getireceğini düşünmeyi ifade eder.

Mümin kardeşlerimiz hakkında sû-i zanna tevessül etmemek Kur’ân’ın emridir. İlahî beyanda “Ey iman edenler! Zandan çok sakının.” (Hucurât, 49/12) buyurulur. Eşyada esas olan ibahe (mübah kılma) olduğu gibi, insan için de esas olan masumiyettir. Hüsn-ü zan, aksine delil olmadıkça kişiler hakkında güzel düşünmek demektir.

Kur’ân-ı Kerim “Ey iman edenler! Siz kendinizi düzeltmeye bakın!” (Maide, 5/105) buyururken önemli bir kriteri bize öğretir. Olması gereken, hatayı kendimizde ararken kardeşlerimiz için hüsn-ü zan kapılarını ardına kadar açık bırakabilmektir. Hüsn-ü zan, şahsî hayatımızı düzenleyen en önemli hasletlerden biri olduğu gibi, toplumsal huzurun tesisinde de önemli bir yere sahiptir.

Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Hüsn-ü zan sahibi olması, kişinin kulluğunun güzelliğindendir.”[1] buyurmuştur. Bu hususiyet bize âdeta bir ibadet olarak anlatılmıştır. Hüsn-ü zannı esas almakla beraber zararlardan sakınmak için adem-i itimat mülahazasını da bir kenarda tutmak gerekir. Adem-i itimat aslında güvensizlik değil, ihtiyat ve teyakkuz olarak anlaşılmalıdır. Yani hüsn-ü zannın sû-i istimal edilmemesi için tedbir elden bırakılmamalıdır. 

Bir arkadaşımızı bir hanımefendi ile birlikte görürsek o kişinin kardeşi veya eşi olabileceği aklımıza gelmelidir. Aslında bundan daha iyi olanı, yüzümüzü çevirip hiç görmemektir. Görülen tarafa düşen ise töhmet altında kalmama adına uygun bir zamanda muhataplarına açıklama yapmasıdır. Efendimizin (sallallâhu aleyhi ve sellem) itikâfta iken kendisini ziyarete gelen Safiyye validemizi (radıyallâhu anha) yolcu ederken karanlıkta kendilerini yolda gören sahabilere yanındaki kadının Hazreti Safiyye olduğunu söylemesi, bu konuda ne güzel bir misaldir!

Safiyye validemiz bir süre Efendimizin yanında kaldıktan sonra, Allah Resulü (sallallâhu aleyhi ve sellem) kendisini eve götürmek istedi ve yürümeye başladılar. Yolda Ensar’dan iki zat ile karşılaşıp selamlaştılar. Bu iki zat aceleyle uzaklaşmaya çalıştı. Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu kişilerin sû-i zanda bulunmayacaklarından emindi, ama şeytan içlerine şüphe tohumu atmasın diye arkalarından seslendi:

“Acele etmeyin, durun. Yanımdaki kadın Safiyye bint Huyey’dir.”

Ardından bu olaya istinaden bütün ümmetine şu ikazda bulundu:

“Şeytan, insanın vücudunda dolaşan kan mesabesindedir. Ben haklı olarak gönüllerinize şeytanın şüphe atmasından korktum.”[2]

Bir mümin, hüsn-ü zanna bağlı yaşamalı, ama sû-i zan uyaracak hâllerden de kaçınmalıdır. “Sizi zan altında bırakacak yerlerden uzak durun, töhmet noktalarında bulunmaktan sakının!” mealindeki hadis olarak rivayet edilen söz, dikkat edilmesi gereken önemli ikazlardan biridir.[3]

Töhmet altında kalma ihtimali olan yollardan kaçınmalı, kaygan zeminlerden uzak durmaya çalışılmalıdır. Sû-i zanna sebep olabilecek, muhataplarda kötü düşüncelerin oluşmasına meydan verebilecek fiillerden uzak durmak gerekir. Bediüzzaman’ın ifadesiyle, “Hazer et, dikkatle bas, batmaktan kork. Bir lokma, bir kelime, bir dane, bir lem’a, bir işarette, bir öpmekte batma. Dünyayı yutan büyük letâiflerini onda batırma.”[4]

Allah (celle celâluhu) hakkında hüsn-ü zanda bulunanlar, kullar hakkında hüsn-ü zanda zorlanmazlar. Hüsn-ü zan ile temkin her zaman beraber olmalıdır.

Güven

Mümin olmanın en önemli şartlarından biri, Allah’a (celle celâluhu) ve kullarına güvenmektir. Allah’a tam mânâsıyla güvenen bir insan tevekkülde zirveleri yakalayabilir ki bu da iki dünya saadeti demektir. Bediüzzaman Hazretleri, “Tevhid teslimi, teslim tevekkülü tevekkül de saadet-i dareyni iktiza eder.”[5] buyurur.

Allah’a (celle celâluhu) olan güvenimizi bir daha gözden geçirmeli ve bu güvenin yansıması olan mümin kardeşlerimize güvenimizi test etmeliyiz. Hakk’a güven müminlere de güveni oluşturan en önemli âmillerden biridir.

Hazreti Musa’nın (aleyhisselâm) fetası olan Hazreti Yuşa’ya, Hazreti İsa’nın (aleyhisselâm) havarilerine ve Efendimizin (sallallâhu aleyhi ve sellem) ashabına güvenmesi, güvenin zirvesidir. Güvenilen o yüce zatlar ise sadık ve emin olmaları, tebliğdeki hassasiyetleri, masumiyetleri ve ferasetleri ile kendilerinden hiç şüphe duyulmayacak yüce kâmetlerdir.

Güveni sadece emanete sahip çıkma noktasında almamak gerekir. Arkadaşlarımıza vazife vermek dâhil güven her şey için câridir. Kardeşlerimizin verilen vazifeyi hakkıyla îfâ edebileceğine güvenmek önemli bir esastır. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), henüz çok genç olan Hazreti Mus’ab’a (radıyallâhu anh) ve Hazreti Ali’ye (radıyallâhu anh) güvenip onları Medine’ye muallim olarak göndermiştir. Biz de arkadaşlarımıza güvenmeliyiz. Bu güvenin muhataba hissettirilmesi önemli bir husustur.

Îsar

Sözlükte “bir şeyi veya bir kimseyi diğerine üstün tutma, tercih etme” mânâsına gelen îsar, ahlakî bir terim olarak “bir kimsenin, kendi ihtiyacı olsa bile imkânlarını başkalarının ihtiyacını karşılamak üzere kullanması” demektir. Cürcanî, bu kavramı “kişinin başkasının faydasını kendine tercih etmesi veya bir zarardan öncelikle onu koruması” şeklinde tarif eder ve îsarın din kardeşliğinin en ileri seviyesi olduğunu belirtir.[6]

Hazreti Ali’ye (radıyallâhu anh) nispet edilen bir sözde, sıkıntı ve imkânsızlık içinde iken fedakârca davranmanın zorluğu vurgulanır. İmkânları fazla iken cömertlik kolaydır, önemli olan imkânsızlık zamanında yardım edebilmedir.

Îsar hasleti ile ilgili serlevha olan âyette de “Bunlardan önce Medine’yi yurt edinip imana sarılanlar ise, kendi beldelerine hicret edenlere sevgi besler, onlara verilen ganimetlerden ötürü içlerinde bir kıskanma veya istek duymazlar. Hatta kendileri ihtiyaç duysalar bile o kardeşlerine öncelik verir, onlara verilmesini tercih ederler. Her kim nefsinin hırsından ve mala düşkünlüğünden kendini kurtarırsa, işte felah ve mutluluğa erenler onlar olacaklardır.” (Haşir, 59/9) buyurulur.

Yermük Savaşında su dolu kabın üç sahabi arasında dolaşması ve hepsinin bir diğerini tercih etmesi, siyer tarihinde îsar hasletinin en önemli örneklerinden biridir.

Amellerin sevapları zaman ve zemine göre değişebilir. Sıkıntılı zamanda başa gelenlere sabır ve kardeşlerine verilecek desteğin sevabı, bolluk zamanında yapılanla bir olmaz. Zamanın kadrini ve kıymetini bilmek çok önemlidir. Hasta bir arkadaşına paltosunu verdiği soğuk Ankara günlerinde Âkif, yakın tarihte îsar hasletinin en güzel örneklerindendir. Biz de günümüzde sadece hamâsî bir hadise olarak bunları duymadık. Îsar hasletini hocalarımızda gördük. Eve gelen talebelere yataklarını verip kendileri bir kilimin üzerinde yatan onlarca hocamız oldu. Meriç’ten geçerken önce siz geçin, biz sonra geçelim diyen kardeşlerimiz oldu. Bu anlayış, Yermük’teki Hazreti İkrime’nin anlayışına benzerdir. Dava anlayışı ve îsar duygusu birbirini hatırlatır. Bugün isimler Ahmet, Mehmet, Ayşe; o gün ise İkrime, İyâs ve Hâris idi.

Ağacın köklerine haşarat musallat olunca, kökler yapraklara haber verir. Yapraklar da köklerin derdine ortak olur ve dökülür. Haşarat da dökülen yapraklara yönelir ve ağacın kökü bu tasalluttan kurtulur. İnsan bir ağaç kadar olamıyor, bunca yangından etkilenmiyor ve yaşanılanlardan bir nebze olsa ızdırap duymuyorsa kalbi körelmeye doğru meyletmiş demektir.

Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Müminler birbirlerini sevmekte, birbirlerine acımakta ve birbirlerini korumakta bir vücuda benzerler. Vücudun bir uzvu hasta olduğu zaman, diğer uzuvlar da bu sebeple uykusuzluğa ve ateşli hastalığa tutulurlar.”[7] buyurur.

Bediüzzaman Hazretleri de bu metaforu ihlasın ikinci düsturu olarak kullanır:

İkinci düsturunuz: Bu hizmet-i Kur’âniyede bulunan kardeşlerinizi tenkit etmemek ve onların üstünde fazilet-füruşluk nev’inden gıpta damarını tahrik etmemektir. Çünkü nasıl insanın bir eli diğer eline rekabet etmez, bir gözü bir gözünü tenkit etmez, dili kulağına itiraz etmez, kalb ruhun ayıbını görmez. Belki birbirinin noksanını ikmal eder, kusurunu örter, ihtiyacına yardım eder, vazifesine muavenet eder. Yoksa o vücud-u insanın hayatı söner, ruhu kaçar, cismi de dağılır.”[8]

Hüsn-ü zan, güven ve îsar hasletlerinin kesişim alanlarını artırmak da bize düşen en önemli vazife olsa gerektir.

Dipnotlar

[1] Camius-Sağir, 8244.

[2] Buhârî, Savm, 81; Ebû Dâvud, Edeb, 88.

[3] Hadis olmasa bile güzel bir söz olarak kabul edilir.

[4] Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2010, s. 169–170.

[5] Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2010, s. 335.

[6] Seyyid Şerîf Cürcanî, Kitâbu’t-Ta’rîfât, Beyrut: Dâru’l-Cîl, 1997, s. 31.

[7] Buhârî, Edeb, 27; Müslim, Bir, 66.

[8] Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2010, s. 201.

Bu yazıyı paylaş