Edirne

Amerika’da çalıştığım hastanede, meşhur bir romatologla bir Türk hastaya bakmıştık. Hastayı kendisine tanıttıktan sonra bana hastanın Türkiye’nin neresinden olduğunu sordu. Türkiye’de tanıştığımız kişiye nereli olduğunu sormak âdetti, ama Amerikalı birinin bunu sorması benim için beklenmedik bir durumdu. Sonra bu doktor, 1990’lı yılların sonunda, öğrenciyken Türkiye’ye gittiğini ve kendisini bir şehrin çok etkilediğini söyledi. Bu şehir, yaklaşık 15 yılımın geçtiği Edirne idi. Cevabı beni alıp maziye götürdü. Edirne, senelerce çalıştığım, neredeyse her karışını bildiğim, çocuklarımın doğduğu şehirdi. İstanbul’dan bu şehre taşındığımızda hemen alışamamıştık, bize oldukça farklı gelmişti, ama sonra değerli arkadaşların da sayesinde en güzel yıllarımız bu şehirde geçmişti.

Camiler Edirne’nin en vazgeçilmez yerleridir. Küçük bir cami olmasına rağmen Darül Hadis Camii, unutamadığımız yerlerden biridir. Ailece düzenli olarak bu camiyi ziyaret eder, bazen de teravih kılardık. Rivayete göre, II. Murad rüyasında Peygamber Efendimizi (sallallâhu aleyhi ve sellem) görür. Efendimiz, Tunca Nehri kıyısında bir mekânı gösterir ve buraya bir cami yaptırmasını emir buyurur. Bunun üzerine padişah, sabah namazı ile birlikte harekete geçer ve 1434 yılında caminin inşası tamamlanır. Edirne doğumlu olan Fatih Sultan Mehmed, caminin yanında inşa edilen medresede ilk hadis eğitimini alır.[1] Caminin arka avlusundaki mezarlar şehzadelere aittir.

Bu camide muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi imamlık yapmıştır.[2] Caminin yakınında Hocaefendi ile Suat Yıldırım Hocamızın kaldığı bir ev vardır. Sonraki yıllarda bu ev satın alınarak aslına uygun restore edilmiştir. Bir dönem birkaç akademisyen arkadaşla pazar günleri sabah namazını Darül Hadis Camii’nde kılıp Edirne’nin sabah ayazında, bu evde Elmalılı tefsiri okumuştuk. Fırsatı ele geçirince nefretle dolu haramiler, bu evi dozerlerle yıktırdılar. Az ileride Avrupa’nın üçüncü büyük sinagogunu, biraz daha yürüyünce Edirne’nin tarihî Kaleiçi semtini ve hâlâ ayakta kalabilen, insana huzur veren eski evlerini, Saraçlar Caddesini ve Ali Paşa Kapalıçarşısı’nı görebilirsiniz.

Eski Cami, şehrin ilk büyük camiidir ve çok sayıda kubbesiyle ilk dönem Osmanlı mimarisinin özelliklerini taşır. İçinde Hacı Bayram Veli Hazretlerinin vaaz ettiği söylenen bir kürsü vardır. Camideki hat levhalarına baktığınızda, bu sanat eserlerinin bir binaya nasıl ruh verdiğini, sizi sonsuzluğa açılan bir koridora götürdüğünü fark edebilirsiniz.

Kapısı ile meşhur olan Üç Şerefeli Cami, Osmanlı mimarisinde ayrı bir öneme sahip. Üç Şerefeli Cami, minarelerin şerefelerine farklı yollardan çıkılabilen bir camidir. Büyük bir kubbe altında mekânı inşa etme gayreti bu camide ortaya konulmuştur. Âdeta Osmanlının o dönem itibarıyla bütün İslam âlemini bir araya getirme hedefinin mimariye yansıması gibi… Caminin diğer önemli bir hususiyeti, penceresinde Fethullah Gülen Hocaefendi’yi ağırlamasıdır. Mekânlar ve misafirler arasında irtibat olduğu muhakkaktır. Mimaride ortaya konulan gayret, daha sonra misafir edeceği şahsın kalbleri telif etme azmi ile örtüşmektedir. Rahmetli Hüseyin Top Hocamızdan, Hocaefendi’nin Edirne hayatını, Üç Şerefeli Cami’de kaldığı pencereyi, pencereye elektrik hattı çektirmesini, Hocaefendi’nin buna tepkisini, hassasiyetinden Edirne’de et yemediğini defalarca dinlemek nasip olmuştu.

Mimar Sinan, ustalık eseri olan Selimiye’de muhteşem bir kubbe yapmayı başarmıştır. Caminin yerinin seçimi de Sinan’ın ustalığını gösteriyor. Her yönden şehre girerken ilk Selimiye’yi görüyorsunuz. Bir Yunanistan ziyareti dönüşünde fark etmiştim; kilometrelerce öteden Selimiye hemen dikkatinizi çekiyor. Hatta ışıklandırıldığında Rodoplardan bile görülebildiğini duymuştum.

Şehrin merkezinde yer alan kervansarayın bir bölümü, bir dönem Hizmet tarafından öğrenci yurdu olarak kullanılmıştı. Kervansarayın avlusunda kermesler yapılıyordu. Avlunun ortasındaki büyük çınarın altında içtiğimiz çaylar, hayırlı bir faaliyet yapma azmiyle gayret eden insanların coşkusu, etrafta koşuşan çocukların neşesi, zaten huzur veren bir mimariye sahip binaya eşsiz bir güzellik katıyordu.

Türkiye’nin Meriç’in karşı yakasındaki tek toprağı olan Karaağaç semti, eski bir Rum mahallesidir. Lozan’da savaş tazminatı olarak Türk tarafına verilmiştir.[3] Tarihî bir köprü ile Karaağaca geçilir. Yunan sınırına yakın bir yerde, Osmanlı döneminde yapılan bir tren garı binası vardır. 1961 yılının kasım ayında, 40’tan fazla kişi, Hocaefendi’yi buradan askere yolcu etmiştir.[4] Bu binanın bizim için ayrı bir önemi vardı. Bir süre rektörlük olarak kullanılan binada, üniversite rektörü ile bir görüşmemiz olmuştu. O yıllarda YÖK ve üniversiteler şimdikinden farklı renkte, ama yine zulme kenetlenmiş bir zümrenin kontrolündeydi. Eşimle birlikte üniversitede en fazla akademik çalışması olan kişiler olmamıza rağmen, gönül verdiğimiz değerler sebebiyle malum kişilerce yönetime ihbar edilmiştik. Rektör de “Ben bunlara kadro vermem.” demişti. Başvurduğumuz diğer üniversitelere de aynı haber ulaştırılıyordu. Artık fazla bir beklentimiz yoktu, ama baştan beri akademisyen olmamız konusunda bize yol gösteren bir büyüğümüz, “Siz rektörden randevu alıp görüşün, kendinizi anlatın. Size faydası olmasa bile bazı kanaatleri değişebilir, sonrakilere faydası olur.” demişti. Gönülsüzce randevu alarak tren garının üst katına gittik. Asker kökenli bir cerrah olan Rektör çok katıydı, ama şimdikilerden farklı olarak en azından randevu verip konuşma hakkı tanımıştı. Âdeta “Haydi söyleyin de çekin gidin!” der gibi “Benden ne istiyorsunuz?” dedi. Zaten bir beklentimiz yoktu. Üslubundan canım sıkıldı. “Biz kimseden bir şey istemiyoruz.” diyebildim sadece. Neyse ki eşim daha soğukkanlıydı ve durumumuzu, bir talebimiz olmadığını, ancak hakkımızda söylenilen şeylerin gerçeği yansıtmadığını, sadece işimizi iyi yapmaya çalışan kişiler olduğumuzu, kendisinin de emekli bir kurmay albayın çocuğu olduğunu, ama manevî değerlere de saygılı olduğumuzu anlattı. Rektör bir süre düşündü, dosyalarımızı inceledi. “Çocuklar, siz bir yere gitmeyin, ben sizi koruyacağım, kadro vereceğim.” dedi. Seneye rektörlük seçimi vardı ve daha katı bir grup onu geçmek istiyordu. Görüşme sırasında yanımızda bulunan rektör yardımcısı ise yıllarca unutamayacağımız şekilde sürekli aynı şeyi soruyordu: “Bir grupla ilişkiniz yok, değil mi?”

Edirne’de daha nice nadide eser ve mekân mevcuttur: Bulunduğu semte ismini veren Yıldırım Camii, çinileriyle meşhur Muradiye Camii, hastaların müzikle tedavi edildiği II. Bayezid Külliyesi, zamanında Türkçe Olimpiyatları ile coşan Kırkpınar Er Meydanı, Edirne Sarayı, Rüstempaşa Kervansarayı…

İtiraf etmeliyim ki tüm bu muhteşem eserlere rağmen Edirne’de beni en çok etkileyen bina bir cami değildir. Edirne deyince Serhat Koleji’ni unutmama imkân yok. O fotoğrafı hatırlıyorsunuz sanırım: Okulun temel atma töreninde Fethullah Gülen Hocaefendi ve Hüseyin Top Hoca bulunuyor. İki çocuğumuz yıllarca bu okulda okudu. Öğretmenleri ile defalarca bir araya geldik. Okulun üst katında teravihler kıldık, iftarlar yaptık. Değerli hocalarımızla sohbet etme imkânı bulduk. Aldıkları eğitimle çocuklarım, burada bile dil desteği almadan başarılı oldular. Çocuklarımızı bizden daha fazla düşünen öğretmenleri, şu anda hapiste olan Müdür Bey’i güler yüzlü bakışını ve alakasını unutmak mümkün değil. Şimdi kimler kullanıyor bilemiyorum, ama hocamızın akrabası Şükrü Paşa’nın cansiperane şehri savunduğu tabyaların hemen alt tarafında, boynu bükük bir şekilde haramilerin elinde çile dolduruyor.[5]

Hastanedeki odamdan Meriç ve Yunanistan toprakları görülüyordu. Benim için her gün defalarca baktığım bir yerin, insanımız için hem ümit hem de çileli bir güzergâh olacağını o zaman tahmin etmem imkânsızdı.

Bir Ramazan sabahı evimizden etrafı bile toparlayamadan havaalanına doğru yola çıktık. Nasıl olsa Amerika’da bir ay kalacaktık! Arkamıza dönüp şehrin silüetine, Selimiye’ye bile bakamadık. Çocuklarımız odalarının, eşyalarının, kitaplarının, okullarının ve arkadaşlarının bıraktıkları gibi kaldığını zannediyorlar. İşin trajikomik yanı, polisler gelip çocuk kitaplarını bile toplamış, suç unsuru olarak Gonca dergilerini ve Muştu yayınlarını alıp götürmüşler. Bilirkişi de üşenmeyip bunlar hakkında rapor yazmış. Bunca hadiseden sonra, Edirne’ye tekrar dönmek, tava ciğer yemek, Üç Şerefeli’yi, Selimiye’yi ziyaret etmek, Serhat Koleji’ni, hastaneyi, eski bir hastayı görmek ister miyim, kalbim buna dayanır mı, bilemiyorum.

Dipnotlar

[1] “Bir ‘cennet bahçesi’ gibi Darül Hadis Camii”, www.tyb.org.tr/bir-cennet-bahcesi-gibi-dar-ul-hadis-camii-13771h.htm

[2] Suat Yıldırım, “Fethullah Gülen Hocaefendi Hakkında”, fgulen.com/tr/hayati-tr/hareketi-incelemeler/Prof-Dr-Suat-Yildirim-Fethullah-Gulen-Hocaefendi-Hakkinda

[3] “Lozan Antlaşması”, islamansiklopedisi.org.tr/lozan-antlasmasi

[4] Tarık Burak, “Ankara Mamak Askerlik Günleri”, fgulen.com/tr/hayati-tr/asik-i-sadik-fethullah-gulen-hocaefendi/ankara-mamak-askerlik-gunleri

[5] Abdullah Aymaz, “Edirne Müdâfii Şükrü Paşa’mız”, fgulen.com/tr/basindan-tr/kose-yazilari/Abdullah-Aymaz-Zaman-Edirne-Mudafii-Sukru-Pasamiz

Bu yazıyı paylaş