Rıza-1

Rızâ; insan kalbinin, başa gelen hadiselerle sarsılmaması, kaderin tecellilerini iç hoşnutluğu ile karşılaması; diğer bir yaklaşımla, başkalarının üzülüp müteessir oldukları, şaşırıp dehşete düştükleri olaylar karşısında gönül mekanizmasının tam bir sükûn ve itminân içinde olmasıdır. Bu konuda diğer bir yorum da şöyledir: Rızâ, Allah’ın kaza, takdir ve muâmelelerinin, nefislerimize bakan yanlarıyla, acılık, sertlik ve anlaşılmazlıklarına katlanıp her şeyi gönül rahatlığıyla karşılamak demektir.

Rızâ yolu, başlangıç itibarıyla irâdî olsa da, sevdiklerine Hakk’ın bir mevhibesi olması itibarıyla irade ve ihtiyar üstü ilâhî bir armağandır. Bu bakımdan da o, Kur’ân ve Sünnet’te sabır gibi emredilmemiş, bir mânâda sadece tavsiye olarak hatırlatılmıştır.[1] Vâkıa “Belâlara karşı sabretmeyen, kazaya rızâ göstermeyen kendisine başka Rab arasın.”[2] meâlinde bir hadis var ise de bu söz, hadis kriterleri açısından ma’lûl kabul edilmiştir.

Ehlullah’tan bir kesim, rızâyı, tevekkül ve teslimin nihayetinde bir makam olarak görmüş, bazıları da, sâlikin diğer halleri gibi kesbî olmayıp zaman zaman zuhûr eden, zaman zaman da kaybolan bir vârid olarak kabul etmişlerdir. İmam Kuşeyrî’nin de içinde bulunduğu diğer bir kısım kimseler ise onun, başlangıç itibarıyla irâdî ve kulun kesbine bağlı olduğunu, nihayeti itibarıyla da bir tecelli ve halden ibaret bulunduğunu söylemişlerdir.[3]

Efendimiz’den şerefsudûr olan: ذَاقَ طَعْمَ اْلإِيمَانِ مَنْ رَضِيَ بِاللهِ رَبًّا وَبِاْلإِسْلاَمِ دِينًا وَبِمُحَمَّدٍ نَبِيًّا “Allah’ı Rab, İslâm’ı din, Hz. Muhammed (s.a.s.)’i de nebî kabul edip razı olan, imanın zevk-i mânevîsini tatmış olur.”[4] hadisi, mebde’ itibarıyla rızânın irâdî ve kulun kesbine bağlı bulunduğuna, nihayetinin de meşîet-i hâssaya ait bir mevhibe olduğuna işaret buyurmaktadır.

Cenâb-ı Hakk’ın ulûhiyetine rızâ, O’nu sevmek, O’na karşı saygılı olmak, O’na yönelmek ve beklediklerini de yalnız O’ndan beklemek.. rubûbiyetine rızâ, hakkımızdaki takdir ve tedbirlerini gönül rahatlığıyla karşılamak, başlangıcı acı görülen hadiselerde, o hadise ile gelen şokun atlatılacağı âna kadar sükûtu ihtiyar edip acele karar vermemek.. ve kulları hakkındaki tasarruflarında O’na inanıp O’na güvenmek, dolayısıyla da O’nun yaptığı her şeyden hoşnut olmak şeklinde.. Nebînin elçiliğine rızâ ise, bilâ kayd ü şart O’na teslim olup, O’nun hedy ü hidâyetini kendi hevâ ve hevesinin önünde tutmak, akıl, mantık ve muhâkemesini O’nun emrine vermek ve kendi zekâsını, O’nun ilâhî vahyi kucaklayan engin fetânetinin aynası hâline getirerek, gölgeye değil asla yönelmek mâhiyetinde.. İslâm’dan razı olmak ise, وَمَنْ يَبْتَغِ غَيْرَ اْلإِسْلاَمِ دِينًا فَلَنْ يُقْبَلَ مِنْهُ “Her kim İslâm’ı bırakıp da başka din ararsa, o aslâ kabul olunmaz.”[5] esasından hareketle, dînin, ferdî, ailevî, içtimâî, idârî hayata hayat yapılması şeklinde özetlenebilir.

Bazı zamanlarda ve bazı şerâit altında böyle bir rızâ arayışı insanı, halk içinde de olsa, yalnızlığa ve gurbete itebilir. Ne var ki, Allah maiyyetine ermişlerin ve peygamber çizgisini paylaşanların yalnız kalmayacakları ve gurbet yaşamayacakları da bir gerçektir. Zaten hayatlarını “üns billâh” atmosferinde sürdürenlerin vahşet ve yalnızlığı da söz konusu değildir. Böylelerinin yalnızlık ve vahşeti bir yana, muvakkat gurbetleriyle, Hakk’a daha bir yaklaştıklarını, yaklaşıp “üns” esintileriyle coştuklarını ve sonsuzdan gelen meltemleri duyarak gerilip “Allahım, gurbetimi artır, beni, Sen’den uzaklaştıracak şeylerin insafsızlığına terketme ve gönlüme maiyyetini duyur!” dediklerini çok işitmişizdir.

Daha önce de ifade edildiği gibi, rızâ, hakikati itibarıyla ilâhî bir armağan, sebepleri itibarıyla da insan iradesiyle alâkalı bir mazhariyettir. İnsan ancak, imanının derinliği, amelinin ciddiyeti ve ihsan şuurunun enginliğiyle, tevekkül, teslim, tefvîz fasıllarından geçerek rızâ ufkuna ulaşabilir. Rızâ, böylesine tahsili güç ve insan iradesiyle elde edilmesi zor olduğundandır ki Cenâb-ı Hak onu doğrudan doğruya emretmemiş; sadece tavsiyede bulunmuş ve o mertebeye erenleri de tebcillerle, takdirlerle pâyelendirmiştir.[6]

Esbap açısından, rızâ mertebesine ulaşma adına; Rabbiyle muâmelelerinde ciddi olmak; talepsiz gelen nimetleri, “tahdis-i nimet” ve şükre vesile olmaları mülâhazasıyla kabullenmek; her türlü mahrumiyeti rızâ ve iç rahatlığıyla aşmak; vahşetlerin, yalnızlıkların, kabzların pençesinde kıvranırken bile, derin bir iç inşirâhıyla bütün sorumluluklarını yerine getirmek; Hakk’ın emir ve yasaklarını “şeb-i arûs” davetiyesi gibi kabul etmek misillü bir kısım esaslar söz konusu olsa da, mebde’ itibarıyla onun en önemli rüknü; duygu, düşünce ve davranışlarıyla ferdin, Allah’a yönelip O’nu duyması, O’nunla doyması, O’nunla oturup-kalkması ve gönlünde her gün lâhûtîliğe ait yeni yeni kurgular geliştirmesidir.

Havf ü recâ, insan üzerindeki tesirleri itibarıyla dünyevîdirler. Bu iki his, dünyada ümitsizlik ve mutlak emniyete karşı önemli birer misyon edâ etseler de, semerelerinin dışında ötede mevcudiyetleri söz konusu değildir. Rızâ ve muhabbete gelince, onlar dünya ve ukbâyı kucaklayan enginlikleriyle ötelerde ve ötelerin de ötesinde sürer giderler.

Rızâ hem dünyada hem de âhirette çok önemli bir huzur kaynağıdır; ama bu, rızâya ermiş olanların bütün bütün ızdırap ve sıkıntılardan kurtulmuş olmaları mânâsına da gelmez. Aksine rızâ yollarında dış yüzleri itibarıyla dünya kadar sevimsiz ve ürperten şeyler vardır. Ne var ki, rızâ kahramanları, o yolda karşılaştıkları zahmetleri ayn-ı rahmet kabul eder.. içtikleri zehirleri tiryâka çevirir.. maruz kaldıkları meşakkatleri de Sevgiliyle alış-veriş ve muâşaka sayarlar.

Aslında rızâ yolu, ağır ve sıkıntılı olduğu kadar emin ve kestirmedir de. Bu yol, bazen bir hamlede, bir nefhada hak yolcusunu, insânî kemâlâtın tâ zirvelerine ulaştırabilir. Bu, sâlik, bütün aktivitesiyle, cepheden cepheye koşarken veya kâinâtı bir kitap gibi süzerken, süzüp her yerde Hakk’ı soluklarken böyle olduğu gibi, imkânsızlıklar ağında, kolu-kanadı kırık inlediği ve niyetleriyle mefkûresinin semâlarında dolaşmaya çalıştığı, hatta evinde, kanepesinin üstünde oturup idealleriyle oynaştığı zamanlarda da böyledir.

Rızânın neticesi, biraz da insanın ümit ve recâ derinlikleriyle mebsûten mütenâsip (doğru orantılı) olarak Rabbin hoşnutluğundan esip-gelen büyülü bir sevinç ve sürûrdur. Bu, ne kurb mülâhazasının hâsıl ettiği zevk, ne ibadet ü tâatten duyulan lezzet ne de günahlara karşı verilen savaştan meydana gelen vicdandaki hazdır. Bu, ümit zâviyeli, recâ dalga boylu ve temkin edâlı rûhânî bir halâvettir.. ve doğrudan doğruya O’ndan, rızâ makamına hususî bir teveccüh ve bir rahmet esintisidir. Rızâ mertebesi bütün mülâhazaların Hakk’a kilitlenmesi makamı olması itibarıyla, onu zevklere, lezzetlere, hazlara vesile saymak veya o türlü beklentiler içinde bulunmak, esası duruluk ve safvet olan o makama karşı saygısızlıktır. Aslında, kalb ameli olarak mütâlaa ettiğimiz diğer bütün ahvâl ve makamât için de aynı şeyleri düşünebiliriz. O’nu sevmek ve her hâlükârda O’nun hoşnutluğunu aramak, başka sebeplerden dolayı değil, yine O’ndan ötürü olmalıdır.

[1] Örnek olarak bkz. Tevbe sûresi, 9/62; Mümtehine sûresi, 60/1; Beyyine sûresi, 98/8
[2] et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 22/320; el-Mu’cemü’l-evsat 7/203, 8/192; el-Beyhakî, Şuabü’l-îmân 1/218
[3] el-Kuşeyrî, er-Risâletü’l-Kuşeyriyye s.309
[4] Müslim, iman 56; Ahmed b. Hanbel, Müsned 1/208
[5] Âl-i İmran sûresi, 3/85
[6] Örnek olarak bkz. Mâide sûresi, 5/119; Mücadele sûresi, 58/22

Bu yazıyı paylaş