Bir ülke hayal edin. Yüzlerce farklı toplumun bir arada yaşadığı, olağanüstü bir reform ve yeniden inşa sürecinde olan bir ülke. Bir yandan ülkeye akın akın insanlar girerken, öbür yandan başka bir yurda kafile kafile seyahatler var. Bütün bunlar yaşanırken temizlik, sağlık, ulaşım ve iaşenin taksimi gibi temel hizmetlerin hiçbiri aksamıyor. Herkesin ihtiyacı tam karşılanıyor. Görünürde hiçbir iletişim ağı olmasa da her iş uyumla, dengeli ve adaletli bir şekilde yaptırılıyor. Bu kadar hareket, değişim ve dönüşüm içinde dahi hiçbir yerde bir israf emaresi görünmüyor.
Bütün bunları bazı kanunların veya nasıl ortaya çıktığı bilinmeyen bir anayasanın yönettiğini ya da her şeyin kendi kendine olduğunu düşünür müsünüz? Yoksa bu harika idare, sevk ve düzeni; milyonlarca farklı sebebin, tesadüf eseri bir araya gelmesiyle “oluşan” zincirleme sonuçlarla mı izah edersiniz? Böyle bir yere “sahipsiz” der misiniz?
Demek ki bu ülkedeki her hadise, her an her şeyi gören, her muhatabın talebini duyan, her işi kusursuz ve en adil şekilde yapan biri tarafından sevk ve idare ediliyor. Öyle olmasaydı her yer baştan sona bir savaş meydanı olacak, kimsenin yardımına koşulmayacak, her taraftan çığlıklar yükselecek, karışık ve başıboş şehirler bir çöplüğe ya da kabristana dönecekti.
Üstad Bediüzzaman Hazretleri, Eskişehir hapishanesinde kendisine uzaktan uzağa görünen bu hakikati, devamlı tahrip ve tamir içinde çalkalanan, ölüm ve hayat içinde yuvarlanan bir saray ve bir şehir örneğiyle izah eder.[i]
[i] Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2010, s. 383.