Anlayanlar ancak onda anlarlar varlığı, kâinatların arka planını, insanı ve onun kalb ve ruh enginliğini; onun aydınlık dünyasında keşfederler doğru düşünmeyi ve tefekkürün hakiki kaynaklarını ve kurtulurlar yanılma fasit dairelerinden, ihtimallere hüküm bina etmekten. Hazreti ‘Allâmü’l-Guyûb’dan gelen bu mucize beyanın dışında yanılmayan ve ihtimallere emanet edilmeyen hiçbir bilgi kaynağı yoktur. Kur’ân’dır ki her şeyi açık, net ve doğru olarak vaz’eder; yanılmaya açık hususların ve teemmüle emanet boşlukların doldurulmasındaki hataları da bizim idraklerimize verir. Bu açıdan da onu doğru anlamak, doğru yorumlamak bizim için bir vazife olduğu gibi ona karşı da bir vefa borcudur. Böyle bir borç ve vazife de, ilim, irfan ve ilhamların sınırlılığı çerçevesinde her müstaid ve donanımlı ferdin müktesebat ve Hakk’a müteveccih yaşamasına vabestedir. Her istidatlı gönül, samimiyet ve Hakk’a teveccühünü ortaya koyarak ‘Allah rızası ve hakikatin vuzuh ve inkişafı’ der yürür o bahr-i bîpâyânın derinliklerine doğru. Sahib-i şeriat rehberi, muhkemât elinden düşürmediği feneri ve selef-i salihîn de klavuzları yürür tedebbürle, temkinle, teemmülle ve nefsaniliğine takılmadan o sonsuz ufuk cânibine.. böyle derunilerde hata nisbeti az olur; onların murad-ı İlâhî’yi yakalama yolundaki gayretleri özel teveccühlerle mükafâtlandırılır ve bunların Kur’ân-ı Kerim adına ortaya koydukları tefsir ve te’vîller de Kur’ân farklılığının bir renk ve deseni haline gelir.
Aksine yarım-yamalak Arapça ile ve sözlüklerin dar atmosferinde Kur’ân’ı kendi endam ve ulviyetine uygun seslendirmenin mümkün olamayacağı bir yana, o semavi ifade abidesine karşı da apaçık bir saygısızlıktır. O, usulüne uygun olarak bir dilden bir dile aktarılmalı; şöyle-böyle tefsirle alâkalı her şey çok iyi bilinmeli ve her yorum ‘ulum-u âliye-i İslamiye’ye test ettirilerek ortaya konmalıdır. Bize düşen, ‘Onu, tercüme ile herkesin istifadesine sunuyorum’ diye onca genişliğine rağmen ilahi kelamı kendi idrak ve ifade ufkumuza göre daraltmamaktır.
Aslında onu, bir tefsir, bir te’vîl veya geniş bir mealle herkese duyurma bu işin uzmanları için bir vazife; ona karşı kadirşinas ve saygılı olmanın da gereğidir. Ancak, sağlam bir dil bilgisine, belağat kurallarına; tefsir, hadis ve fıkıh usulü.. gibi ilim dallarına vakıf olmadan böyle bir şeye teşebbüsün de haddini bilmemezlik olduğu açıktır. O, bir romanı tercüme ediyor gibi tercüme edilemez; kaldı ki öyle basit bir konuda bile uzmanlık aranır.
Şimdi iyi bir meale doğru iz sürerken, ‘tercüme’ neye derler, ‘tefsir’ ne demektir, ‘te’vîl’ ne manaya gelir, kısaca bunlara bir göz atalım:
Tercüme; herhangi bir metni veya sözü, hususiyetlerini koruyarak bir dilden başka bir dile çevirmeye denir. Çeviri bazen, hiçbir kelimenin manası atlanmadan kelime dizileri, terkipler ve terkipler arası gözetilmiş hususiyetler aynıyla diğer dile aktarma -aktarılabiliyorsa- şeklinde olur ki, buna ‘tam tercüme’ denmesine karşılık; bazen de ya sadece kelimelerin çevirisi yapılır veya münhasıran muhteva aksettirilir ki, bu da eksik bir çeviridir.
Günümüzde belli ölçüde de olsa otomatik tercüme sisteminin geliştiği de söylenebilir; ama bu mevcut teknolojiyle, hatta daha seviyelisiyle dahi, engin muhtevalı ve edebi derinlikleri olan eserleri bir dilden diğerine, hem de muhtevadaki bütün hususiyetleri ortaya koyarak tercüme etmek çok zordur.. hele bu, Allah kelamı ve açılımı da büyük ölçüde zamana, ilhama ve şartlara emanetse… Bizim gibi sıradan insanların bile biraz düzgünce kaleme alınmış eserlerinin tam tercüme edilemeyeceği söz konusu olabiliyorsa, Kur’ân-ı Kerim gibi harika ve fevkalâde derinlikleri bulunan muhteşem bir beyan abidesinin bir manada ‘atmasyon’ da diyebileceğimiz tercüme ile seslendirilmesi mümkün olmasa gerek.
İslâm ulemasının pek çoğu -bunların içinde Bediüzzaman gibi kimseler de vardır- yukarıdaki hususlar muvacehesinde Kur’ân-ı Kerim’in tercüme edilemeyeceği kanaatindedirler. Bazıları da konuya yukarıda işaret edilen esaslara riayet çerçevesinde ihtiyatlı fakat biraz daha yumuşak yaklaşırlar.
Merhum allame Hamdi Yazır’a göre, aslın manasına uygun olması için, sarahatte-delalette, icmalde-tafsilde, umumda-hususta, ıtlakta-takyitte, kuvvette-isabette, hüsn-ü edada-üslub u beyanda tercüme orjinal metne müsavi ve denk olmalıdır. Aksine bu çerçevede gerçekleştirilemeyen bir çeviri tam bir tercüme değil eksik bir aktarmadır. Bu itibarla da, edibane bir üslupla ifade edilmiş herhangi bir nesir veya nazmı, o ölçüde gelişmiş bir dile -her iki dilin de inceliklerinin bilinmesi şartıyla- çeviri mümkün olsa da, hem akla, hem kalbe, hem ruha, hem de bütün hissiyata birden hitap eden ve iç içe bedii incelikleri haiz bulunan, olabildiğine canlı ve her zaman revnaktar bir eserin tam tercümesinin kabil olduğunu söylemek çok zor olsa gerek. Hele bu eser Allah’a ait, zaman ve mekan üstü derinlikleri bulunan ve bütün çağlara birden seslenen aşkın bir beyan abidesi ise.. evet Kur’ân, Üstad Bediüzzaman’ın ifadesiyle, varlık kitabının ilahi bir tercümesi; tekvini emirlerin sesi-soluğu; eşya ve hadiseler çerçevesinde farklı dillerin Hak söyleyen tercümanı; dünya ve ukbanın apaçık dilli müfessiri; göklerde ve yerde gizli ilahi isimler hazinesinin keşşafı; her şeyin arka planındaki esrarın sırlı anahtarı; öteler ve öteler ötesinin bu âlemde mütecelli fasih lisanı; o pırıl pırıl haliyle İslamiyet âlem-i manevisinin güneşi, temeli, hendesesi; ahiret âlemlerinin her şeyi gayet açık çizgileriyle ortaya koyan mukaddes haritası; Cenab-ı Hakk’ın zât, sıfât, esmâ ve bütün muallâ şe’nlerinin sesi-sözü ve en vâzıh tefsiri, en kat’i beyanı; topyekün insanlık âleminin yanıltmayan biricik mürebbisi; varolduğu günden beri İslâm âleminin havası, suyu, ziyası ve bütün âlemlerin Rabbi, Halıkı bir Zat-ı Ecell ü A’lâ’nın kelamı, fermanı, hitabıdır ki, nazmı ve manası itibariyle de pek çok derinlikleri bulunan böyle bir kitabın tercüme yoluyla başka bir dile aktarılması mümkün olmasa gerek…
Böyle bir yaklaşım, Kur’ân’ı Kerim asla anlaşılmaz şeklinde de yorumlanmamalıdır; zira her şeyden evvel o, anlaşılmak ve yaşanmak için insanlığa gönderilmiş bir kitaptır. Ancak onda öyle derin ve çok manalı elfaz, öyle çok katmanlı bir muhteva vardır ki, teker teker kelimeler anlaşılsa ve terkiplerden bir şeyler hissedilse de, kat’iyen tercümeye sığıştırılamayan pek çok ibare edalı, işaret eksenli, iktiza televvünlü ve delâlet derinlikli hakikatlerin açıkta kaldığı müşahede edilecektir.
Aslında fakir, Kur’ân’ı insafla nazar-ı itibara alabilen her insaf ehlinin bu hususları görüp duyabileceği, duyup ürpereceği ve onun basit bir tercümeye emanet edilemeyecek kadar aziz ve aşkın olduğunu itiraf edeceği kanaatindeyim. Bu itibarla da denebilir ki, tercüme dediğimiz şey, mütercimin bilgisi, marifeti, idrak ufku ve istidadı ölçüsünde bazı şeyler ifade etse de, kat’iyen Kur’ân’ı bütün derinlikleriyle aksettiremez; dolayısıyla da hiç bir meal, hiç bir te’vil ve hiçbir tefsire Kur’ân denemez…
Biz hepimiz ona muhtacız ve farklı seviyelerde de olsa onu anlama mecburiyetindeyiz. Eğer onun özüne nüfuz etmek ve ‘mahiyet-ü nefsi’l-emriyesi’ne göre anlamak, sonra da başkalarına anlatmak istiyorsak mutlaka onu tefsir usulüne göre ilim ve hikmet erbabının hazırlayıp istifademize sunduğu/sunacağı geniş bir tefsirde takip etmeliyiz; etmeli ve kainatlar genişliğindeki bir muhtevayı kendi bilgi, marifet ve idrak darlığımızla daraltmamalıyız.