Kur’ân-ı Kerim ve Meali Üzerine-3

Tefsir, bir metin ve sözün muhtevasını tam aksettirebilme gayretiyle ortaya konan yorum; Kur’ân-ı Kerim’e bakan yönüyle dilbilgisi, belağat kuralları, Şâriin tavzihi, saff-ı evveli teşkil edenlerin anlayışları ve bunların yanında akıl nuru ve kalb ziyası da ihmal edilmeden ilahi beyanın yorumlanması demektir ki, şimdiye kadar yapılan tefsirlerin pek çoğunda bu esaslara riayet edildiği söylenebilir. Ne var ki, yukarıdaki hususlardan bazılarının öne çıkmasıyla da tefsir farklı unvanlarla anılır: Efendimiz’in söz, beyan ve değişik anlatım yollarıyla ortaya koyduğu yorum ve tavzihlerin yanında, o gün konuşulan dili iyi ve doğru anlayan Sahabe-i kiram efendilerimizin mütalaa ve mülahazalarına dayanan tefsire ‘rivayet tefsiri’; bu hususların dışında, dil, edebiyat ve daha farklı ilim dallarından da doğrudan doğruya veya dolaylı yollarla istifade edilerek ortaya konan yorumlara da ‘dirayet tefsiri’ -fırsat el verirse bu konuya yine dönebiliriz- denir.

Başlangıçta Kur’ân-ı Kerim yine Kur’ânla, ikinci derecede de sünnetle tefsir ediliyordu. Onun yorumlanmasında Efendimiz’in her konuyla alâkalı açıklamaları her zaman müracaat edilecek en güvenilir kaynaklardı ve Ashab-ı kiram efendilerimiz de bu ‘menhelü’l-azbi’l-mevrud’u çok iyi değerlendiriyorlardı. Aslında onlar büyük çoğunluğu itibariyle kendi dillerinin inceliklerini iyi biliyorlardı ve takıldıkları çok fazla şey de olmuyordu. Açıklanmasına gerek duyulan şeylerin çoğu da ya vahy-i metluvla beraber Sahib-i şeriat tarafından ifade buyuruluyor veya onların sorularına cevap sadedinde yine ondan şerefsudur oluyordu.

Zamanla, bu mevzuda varid olan bütün beyanlar, tavzihler, tefsirler biraraya getirilerek geniş geniş müdevvenler oluşturuldu ki, böyle bir gayretin esası ta bazı Sahabe efendilerimize gidip dayanmaktadır. Tabiun döneminde bu tür faaliyetler daha da genişleyerek sürdürüldü ve sonraki asırlara oldukça ciddi bir miras intikal etti. Miladi onuncu asırdan sonra Muhammed ibn-i Cerir et-Taberi gibi muhakkikin tarafından bu miras çok iyi değerlendirildi ve koca koca müdevvenler meydana getirildi. İşte, Efendimiz’den (sallallahü aleyhi ve sellem) rivayet edilenlerin yanında, sahabe ve tabiundan hatta tebe-i tabiinden nakledilen hadis ve eserlerin mecmuundan meydana gelmiş bu tür külliyat daha sonrakiler için hep sağlam bir kaynak teşkil etmiştir.

İbn-i Cerir et-Taberi’den sonra aynı zamanda iyi bir dil üstadı da olan Mu’tezile bilgini Zemahşerî ‘Keşşaf’ ismindeki tefsiriyle dirayet tefsircilerinin öncülerinden sayılır. Fahrüddin Razi’nin ‘Mefâtîhü’l-Gayb’ nam tefsiri sünni tefsir düşüncesinin en güçlü seslerindendir ve bu geleneğin önemli bir temsilcisi kabul edilir. Beyzavî’nin ‘Envâru’t-Tenzil ve Esrâru’t-Te’vîl’i tefsir silsilesinin ehemmiyetli halkalarındandır ve Zemahşerî’nin i’tizâlî mülahazalarına cevaplar ihtiva etmesi açısından da ayrı bir önemi hâizdir.

Daha sonraları ise, rivayet ve dirayet tefsirlerinin yanında tasavvuf ve fıkıh çizgisinde de bir hayli eser ortaya konmuştur. Ebu’l-Leys es-Semerkandî, Beğavî, İbn Kesîr, Celaleddin es-Suyûtî, Ebu’s-Suûd, Kemalpaşazâde, İsmail Hakkı Bursevî, Âlûsî Bağdâdî, Konyalı Vehbî ve Allâme Hamdi Yazır.. gibi pek çok mümtaz sima bu mübarek geleneği devam ettirenlerden sadece bazıları.

Büyük çoğunluk itibarıyla bu zevat ve emsalleri tefsir konusunda oldukça hassas davrandı; Kur’ân-ı Kerim’deki makâsıd-ı ilahiyeyi doğru anlamak için yapmaları gereken her şeyi yaptı ve bu konuda insan üstü bir cehd ü gayret sarfettiler: Kur’ân-ı Kerim indiği dönem itibarıyla saff-ı evveli teşkil eden sahabe tarafından kelime kelimesine nasıl anlaşıldı, nasıl yorumlandı ise onları fevkalâde bir titizlikle tesbite çalıştı; muhkematı esas alarak mülahazalarını yine Kur’ân ve sünnet-i sahiha disiplinleriyle test etti; böylece Kur’ân düşmanları tarafından yorum ve te’vil adına ortaya atılan muzahref bilgi kırıntılarını ayıkladı ve murad-ı ilahiyi doğru anlayabilmemiz için harikulâde bir sa’y ü gayret gösterdiler.

Tefsir hakkında bu umumi çerçevenin yanında Hamdi Yazır merhumun da bir kısım önemli mülahazaları var: Ona göre, kapalı bir şeyi açmak ve ona vuzuh kazandırmak demek olan tefsir Allah kelamından O’nun muradına uygun manaları çıkarmak ameliyesi demektir.

Kur’ân-ı Kerim, nazmının âlemşümul enginliği ve ebedlere kadar herkese bir şeyler anlatabilme derinliğiyle hususi ve müstesna bir kitap olması müsellem, farklı çağlara, farklı milletlere ve değişik ilmi seviyedeki insanlara hitap edebilme ve muhataplarınca rahat anlaşılma gibi özelliklerinin yanında hafî, müşkil, mücmel, müteşabih türünden derin yanları da bulunan hikmetnüma bir beyan mecmuasıdır. Bunların ilk üçündeki derinlik ve hafâ bilittifak, dördüncüsündeki ise, ilimde rüsuh bulmuş, muhkemata bağlı, müteşabihata açık muhakkikinin tefsir ve te’viline emanet edilmesi yeğlenmiştir.

Evet, Kur’ân-ı Kerim’den hemen herkes bazı şeyler anlasa da onu bütün derinlikleriyle kavrayıp ihata edebilmek, bu alanda gerekli donanımı olan tefsir ve te’vil erbabının işidir. Onlardır ki, hafî ve müşkili anlamada hem dil kurallarını gözönünde bulundurur, hem usule riayette titizlik gösterir; ölesiye bir teemmül, tedebbür ve tefekkürle murad-ı ilahiye ulaşmaya çalışır; mücmeli yorumlamada da bütün bunların yanında mutlaka Sahib-i şeriatın konuyla alâkalı izah ve tafsiline müracaat ederek vahy-i metluvu vahy-i gayr-i metluvla test eder; rivayeti dirayetle ve dirayeti de rivayetle derinleştirirler. Zannediyorum, tefsir tarihi boyunca hakiki müfessirler de hep böyle hareket edegelmişlerdir.

Te’vile gelince; o, bir söz, bir tavır ve bir davranışı, bunların muhtemel bulunduğu manalardan birine hamletme veya çevirme anlamına gelmektedir. Vâkıa bazıları te’vile, ifade ve davranışların aklın zahirine muhalif şekilde yorumlanması da demişlerdir ki, buna görülüp duyulan bir şeyi akla ilk gelenden başka ve hemen anlaşılmayan ma’kulâtla yorum demek de mümkündür. İmam Ebu Mansur Maturidi’nin, tefsire, Sahabe-i kiramın Kur’ân yorumu, te’vile de Tabiun ve daha sonrakilerin mütalaa ve mülahazaları şeklinde bir yaklaşımı da söz konusudur ki üzerinde ayrıca durulmaya değer…

Aslında ‘e-v-l’ maddesinden gelen te’vil, herhangi bir lafzın muhtemel bulunduğu manalardan birinin tercih edilip öne çıkarılması demektir. Bu itibarla da uzak-yakın lafzın muhtemel bulunmadığı manayı/manaları ‘tefsir’ ve ‘te’vil’ deyip ortaya koymak yanlıştır.

Ayrıca herhangi bir söz ve bir beyanın te’vili diye ortaya konan manaya delâlet edecek bir işaret veya o mülahazayı destekleyecek aklî-naklî bir karinenin bulunması da esastır. Aksine bir karine, bir işaret ve mâ’kul bir emare olmadan lafzın delâlet ettiği şeyi görmezlikten gelerek ‘mecaz’ ve ‘kinâye’ deyip kelime ve cümlelere farklı manalar yüklemek bâtıldır ve bunun bir kıymeti harbiyesi de yoktur.

Te’vilden hâsıl olan şeye bir manada meâl de denegelmiştir ki, buna eksiğiyle-gediğiyle elfâzın muhtemel bulunduğu manalardan bazılarının tercihen ortaya konması da diyebiliriz. Meâl, bir tercüme olmadığı gibi tam bir tefsir de değildir. Onda yer yer tefsir muhtevası içinde görmeye alışık olduğumuz konulara girildiği de olur ama o yine kendi çerçevesinde bir meâldir.

İlk asırlardan günümüze, seviyeli-seviyesiz tercüme türünden bir kısım çevirilerin yanında bir hayli de meâl ve tefsir yazıldı.. şu anda da yazılıyor.. bundan sonra da yazılmaya devam edecektir. Biz, Kur’ân ruhunun seslendirilmesi ve ilahi maksatların anlaşılması adına gösterilen bütün samimi gayretleri alkışladık ve alkışlıyoruz. Hele bu gayret ve çabalardan zaman ve onun özel yorumları, içinde bulunduğumuz şartlar ve onların doğru okunması, makâsıd-ı şeriat ve onların Kur’ân ve sünneti sahiha ruhuna uygun kavranması, telâhuk-u efkarla zenginleşmiş düşünceler ve bu sayede her şeyin daha net, daha açık görülüp sezilmesi’ gibi hususlar da göz ardı edilmemişse/edilmiyorsa…

Bu yazıyı paylaş