Türkiye’deki meşum hâdisenin akabinde üç ülke değiştirerek yeni bir ülkeye gelebilmiştik. Daha önce de bir Avrupa ülkesinde dört yıl boyunca vazife yapmış ve bu süre zarfında Ramazan aylarını orada geçirme fırsatı yakalamıştım. Fakat o zamanlar, etrafımızda bizimle aynı duygu ve düşüncedeki insanların sayısı hiç de az değildi. Hatta hatırlıyorum, oradaki ikinci senemiz, Ramazan öncesine denk gelmişti ve biz yeni gittiğimiz beldedeki o insanları tanıyabilmek için iftarların yanına sahur programları da eklemiş, her gece bir aileyle sahur bile yapmıştık. Şimdi ilk defa muhacir olarak, başka bir Avrupa ülkesinde, biraz da mahzun bir Ramazan geçiriyorduk.
Şahsımız adına kendimizi talihli sayabilirdik. Zorlu bir süreç geçirdik belki, ama şimdilerde kısmen de olsa rahattık. Lakin aklımız, gaybubette hatta pasaportları iptal olduğu için bulundukları yerde, bir kapana sıkışmış gibi kalakalan o güzel insanlardaydı. İçeride olan hemşirelerimiz, hak etmedikleri hâlde dört duvar arasında yaşamak zorunda kalan masum sabiler…
Ramazan gelmişti gelmesine, ama biz bu dönemi fiilî dua adına, yapılan zulüm ve işkenceleri, haksız tutuklamaları, atılan iftiraları çevremize anlatabilme adına nasıl değerlendirebiliriz derdiyle geçirmeye başlamıştık. Oysa Ramazan’a bir aydan daha fazla bir zaman vardı önümüzde. Nasıl olur da bu Ramazan’ı hem kendi değerlerimizi tanıtma hem de ülkede yaşanılan haksızlığı duyurma adına bir fırsata dönüştürebilirdik? Tek derdimiz sadece bu idi.
Biz bu duygularla kıvranırken, bir sabah kalktık ve dünyanın öbür ucunda, bir bilgisayar oyunu oynar gibi, yırtıcı hayvanlardan daha vahşi bir şekilde, bir camide ibadet eden Müslümanlara yapılan saldırıyı izledik bütün medya kanallarından. Akıl alır gibi değildi olanlar, ama gerçekti. Artık dünyada bu hâdisenin etkileri dalga dalga yayılacaktı.
Bu haberi okur okumaz, hemen bir şeyler yapmak lazım diye düşündük. Burada kaldığımız süre zarfında, insanların medyadan nasıl etkilendiklerini de az çok gözlemlemiştik. O yüzden hemen bir mektup yazmak geldi aklımıza. Yaklaşık 700 haneli bir köyde yaşayan iki Müslüman aileden birisi de bizdik. Bu olay, burada yaşadığımız insanlarla olan ilişkimizi mutlaka etkileyecek, en azından olanlar karşısındaki tepkimizi mutlaka merak edeceklerdi.
Bu maksatla bir mektupla, çevremizdeki komşularımızı iftara davet etme fikri geldi aklımıza. Hem bu olaylara değinmek hem de iftara davet etmek için bir vesilemiz olur diye düşündük:
Sevgili Komşular,
Bu yaşlı dünyamız, hoşgörüye şu an her zamankinden daha çok muhtaç. Bugün bunu dünyanın değişik yerlerinde cereyan eden menfur olaylarda daha açık görüyoruz maalesef. Bu hâdiselerin temel sebeplerinden biri, insanların birbirleri hakkında çok az şey bilmeleridir.
Birbirlerinin kültürleri, değerleri ve inançları hakkında daha fazla şey öğrendikçe, insanların arasında daha az çatışma olacağına inanıyoruz. Bu da ancak diyalog yoluyla başarılabilir. Şu anda biz sizin ülkenizde misafiriz. Burada ne kadar süre kalacağımızı da bilmiyoruz. Bildiğiniz gibi, bu da bizim ülkemizdeki politik durumla ilgili. Ancak burada kaldığımız süre zarfında bize sinesini açan bu ülkenin değerleri, kültürü, dili ve dini hakkında daha fazla bilgi edinmek istiyoruz. Bu ülkede birlikte yaşadığımız için kendimizi komşularımıza doğru bir şekilde tanıtmak ve onları da yakından tanımak istiyoruz.
Önümüzdeki ay, dinimizde önemli bir yeri olan Ramazan ayı başlıyor. Müslümanlar Ramazan ayı boyunca, gündüzleri hiçbir şey yemiyor ve içmiyorlar. Bu durum, sadece aç ve susuz kalmakla ilgili değil. Bu süre zarfında gerçek mânâda oruç tutan bir Müslüman, diğer aylarda olduğu gibi, başkalarına eliyle ve diliyle zarar veremez ve kullandığı kelimeler ve yaptığı eylemlerle başkalarının ruhunu dahi incitemez.
Oruçlu Müslümanlar, akrabaları ve komşuları ile iftar yapmaya da teşvik edilmişlerdir. Bizim kültürümüzde, oruç açma esnasında bir misafirin masada oturması, oldukça sık karşılaşılan bir gelenektir. Maalesef bizim şu an iftar yapmak için davet edeceğimiz hiçbir akrabamız yok buralarda, ama bunun yerine sizin gibi tanıdığımız çok hoş komşularımız var. Bu sebeple sizleri, Ramazan ayında hiç olmazsa bir kez bizimle oruç açmaya davet ediyoruz. Bu anı bizimle paylaşmanız bizleri fazlasıyla memnun edecektir. Eğer uygun görürseniz ve programınız da buna imkân verirse, sizden mektubun arkasındaki takvimden aileniz için uygun olan bir günü seçmenizi rica ediyoruz. Bu günlerden birinde bizimle akşam yemeği yemek için vaktiniz varsa ve bunu bize önceden bildirirseniz çok mutlu oluruz.
Umarız bu tür faaliyetler, aynı toplumda yaşayan farklı inanç ve kültürlere mensup insanların, özellikle de bazılarının toplumu nefret ve terörle bölmeye çalıştığı bu günlerde, birbirlerine daha da yakınlaşmasına ve birbirlerini daha yakından tanımasına katkı sağlar.
Saygılarımızla…
Mektubu hazırladıktan sonra sokağımızdaki aile sayısınca çıktısını alıp posta kutularına attık. Nasıl bir dönüşüm olacağını merakla bekliyorduk. İftar saatinin akşam dokuzu geçtiği bir dönemde, erken yatıp erken kalkarak mesai yapan bu insanların, ancak cuma ve cumartesi günü müsait olabileceklerini düşündük.
Gerçekten de tahmin ettiğimiz gibi oldu ve sekiz aile iftarda bizlerle olmak için tarih verdi. Diğerleri de mektubu aldıklarını, ama bazı sebeplerden dolayı gelemeyeceklerini ifade etti. Sokakta karşılaştıklarımızdan çok ilginç sözler duyduk. Kimileri burada mutlu olup olmadığımızı ve güvenliğimizin nasıl olduğunu sorup iyi dileklerini ifade ettiler. Bir başkası ise ilk defa bir Türk ailenin kendilerini iftara davet ettiğini söyledi.
Misafirlerle diyaloglarımız daha çok Ramazan’la ilgiliydi. Bu vesileyle gördük ki çoğu, Müslümanların oruçlarının kendi paskalyaları gibi olduğunu sanıyorlarmış. Bir ay boyunca sadece bazı yiyecekleri yemediğimizi düşünüyorlarmış. Yani yaklaşık 17 saat, hiçbir şey yemeden içmeden kaldığımızdan haberleri yokmuş.
İçlerinden biri, bize geldiği gün, bizleri anlayabilmek için oruç tutmuştu. İftardan önce sık aralıklarla saati sorması görülmeye değerdi. Hem soruyor hem de tebessüm ediyordu.
Buraya geliş sürecimiz, bu arada yaşadıklarımız ve geride kalanlarla ilgili hususlar da gündeme geldi. Bu vesileyle gerekli açıklamaları yaptık ve Türkiye’de yaşanılan mağduriyetleri anlatabilme imkânı bulduk. Hapishanelerde çocukların bulunduğunu duyunca gözleri yaşaranlar oldu. Masum insanların tutuklanma sebeplerini öğrenince elini ağzına götürüp şaşıranlara şahit olduk. İşkence ve ölüm haberlerinden bahsedince inanmakta güçlük çektiler. Bunların hepsi gerçekti ve bütün bu zulümler, sadece bir harekete mensup olduğumuz için başımıza gelmişti. Bunu net bir şekilde anladılar ve özellikle Hocaefendi ve Hizmet Hareketi hakkında daha çok bilgi edinmek istediklerini söylediler.
Buralarda olmamızın asıl maksadı bizler için hâsıl olmuştu. Yaşadığımız küçük yerleşim yerinde, geride kalanlara ses olabilmeyi başarmıştık. Ayrıca değerlerimizi ilk elden anlatma fırsatını yakalamıştık.
Biliyorduk ki bize çocuklarıyla birlikte gelen o sekiz aile, sadece kendilerinden ibaret değildi. İftar dönüşü etraflarındaki komşularına, akrabalarına hatta iş arkadaşlarına bu konuşulanları anlatacaklardı.
Bu davetle, toplumda derin kırılmalara sebep olabilecek bir saldırının etkilerini, en azından yaşadığımız yerde bertaraf etme fırsatı bulmuş, Ramazan’ı anlatmış ve asıl derdimizi, sekiz ailenin gönlüne bir tohum gibi serpme imkânını bulmuştuk. Hayatımızın belki en sıkıntılı süreci gibi görünen bu dönemde yaşadığımız bu Ramazan’ın bereketi gerçekten çok farklıydı