Binlerce ayrılığın, hasretin ve vuslatın yaşandığı, anonsların gözyaşlarına karıştığı havaalanı, bu akşam tarihî bir ana şahitlik ediyordu.
Ekim ayının ortalarıydı. Kara kıtanın ak yürekli insanlarının çığlığı duyulmuş, yeni bir sağlık seferberliği için yollara düşülmüştü. Bir yandan aylardır toplanan ilaçlar tasnif ediliyor, paketleniyor, bir yandan da pasaportlar hazırlanıyordu.
Serin bir sonbahar akşamı, sınır tanımayan gönüllü doktorlar sevgi ve ümitlerini sığdırdıkları bavullarını uçağa gönderiyor, havaalanındaki işlemler tamamlanıyordu. Türkiye’de tıp eğitimi alan esmer tenli üç genç, doktorlara ellerindeki karanfilleri bir teşekkür nişanesi olarak takdim ediyor, ülkelerine uğurluyordu.
Bu gençlerin simalarındaki ümit ışığı, Dr. Nur Hanım’ın yüreğinde, yapılan hizmetlerin devam edeceği ümidini filizlendirmişti:
“Etiyopya’nın Habeşistan olduğunu öğrendiğim zamandan beri, haberlerde oraların sıkıntılarını dinlediğimde daha farklı üzülürdüm. İçin için bir mahcubiyet duyardım. Biliyorum, Müslüman olarak bütün mazlumlardan sorumluyuz, ama Habeşistan’a karşı ayrı bir sorumluluk hissederdim. En zor zamanlarda sahabe efendilerimize sahip çıkan ve yurtlarını açan bu necip hükümdarın torunlarına sahip çıkmamız gerekir diye hep içim sızlardı.”
Nur Hanım, bu hislerle, nereye gideceğini soran dostlarına, “Necâşî’nin memleketine gidiyorum.” cevabını veriyordu.
Efendimize (sallallâhu aleyhi ve sellem) olan hissini, “Keşke şu saltanata bedel, Muhammed-i Arabî aleyhissalâtü vesselâmın hizmetkârı olsaydım! O hizmetkârlık, saltanatın pek fevkindedir.” şeklinde dile getiren, Efendimizin “O, ülkesinde kimseye zulmedilmeyen kraldır.” diyerek övdüğü Necâşî Ashame’nin memleketi Habeşistan’a yolculuk vardı. Bu sağlık hizmeti, Habeşistan ile olan bağları daha da güçlendirecekti.
Osmanlı Devleti, sömürgecilerin hem Afrika kıyılarına hem de Mekke ve Medine’ye zarar vermelerini önlemek maksadıyla 1557 yılında Kızıldeniz sahillerini koruması altına almıştı. Afrika’yı istila eden sömürgecilere karşı ortak mücadele düşüncesiyle Sultan II. Abdülhamid ve Habeşistan İmparatoru II. Menelik arasında mektuplaşmalar ve karışlıklı heyet ziyaretleri başlamıştı. Bu ziyaretler askerî iş birliğinin yanında ticarî ve diplomatik ilişkileri de derinleştirmişti. Osmanlı idaresinin hüküm sürdüğü 1874–1885 yılları arasında, Harar’a yerleşen asker, memur ve tüccarlar, yerli halka tarımı öğretmiş, sağlık eğitimi vermiş ve okullar açmışlardı. Yıllar sonra 1910’da Etiyopya’nın Harar şehrinde açılan ilk başkonsolosluğa Mazhar Bey atanmış ancak yakalandığı hastalık sonucu 1920 yılında Cibuti’de vefat etmişti. Mazhar Bey’in vefatından sonra göreve vekâlet eden Hacı Tevfik Bey, Osmanlı-Habeşistan ilişkilerinin devamı için devlet erkânı ve kabilelerin ileri gelenleriyle iyi ilişkiler kurmuştu. Osmanlı’nın I. Dünya Savaşı’nı kaybetmesi, arkasından İstanbul’un işgali, ülkede yaşanan iç karışıklıklar sebebiyle Osmanlı diplomatı Tevfik Bey özlem dolu ve hüzünlü hikâyeleri geride bırakarak Türkiye’ye dönmek zorunda kalmıştı. Harar’daki Osmanlı torunları da “kayıp Türkler” kervanına dâhil olmuştu. Yıllar geçmiş, Necâşî Türk Kolejinde eğitim gören Osmanlı’nın torunlarıyla tercümana gerek kalmadan tekrar konuşulmaya başlanmıştı.
Nur Hanım sağlık ekibine yeni katılanlar arasındaydı. Gidiş hazırlıklarının tatlı telaşı yaşanırken şevkini pekiştiren bir hâdise yaşamıştı:
“Yolculuk öncesi pasaport işlemleri için Emniyet Müdürlüğüne gittiğimde işlemimi yapan memur, nereye gideceğimi sordu. Ben de Etiyopya dedim. Memur şöyle bir geri çekildi, iç çekti ‘Ya, demek Habeşistan’a gidiyorsunuz, Necâşî’nin ülkesine. O ki Allah Resûlü’nün ayaklarını gül suyu ile yıkarım demiş. Ben de onun ayaklarını gül suyu ile yıkamak isterdim. Rica etsem benim adıma gül suyu alıp Necâşî’nin kabrine döker misiniz?’ dedi. Sesi titremiş, benim de gözlerim dolmuştu.”
Beş saat süren yolculukları sona erdiğinde sonbaharın karanlık gecesinde, bir dolunay gibi başkent Addis Ababa’ya inmişlerdi. Kendilerini her zaman olduğu gibi bu hicret diyarındaki “önden giden atlılar” bekliyordu.
Emrullah Bey yıllardır yüzlerce yolcu karşılamış ve uğurlamıştı bu havaalanından. O da mütevazı bir binada 2003’te tohumları atılan Necâşî Türk Kolejinde vazife yapıyordu.
Ertesi gün şehrin üzerindeki karanlık örtü kalktığında, karşılarında düz bir alana yayılmış, dünyanın rakımı en yüksek başkentlerinden biri olan Addis Ababa, yeşillikler içerisinde duruyordu.
Günün ilk ışıklarıyla okulun bahçesinde tatlı bir telaş başlamıştı. 37 kişilik gönüllü doktor ekibi, branşlarına göre ikiye ayrılmıştı. Uzaktaki iki şehre, Şaşamani ve Ambo’ya götürülecek ilaçlar ve hediyeler tasnif ediliyordu.
Yolculuk kara yoluyla yapılacaktı. Etiyopya’nın bereketli topraklarında otobüsle 250 km yol aldıktan sonra, gözleriyle gülümseyen, sıcakkanlı insanların arasından vazife yerlerine ulaşmışlardı. Halk beyaz otobüsleriyle şehirlerine gelen beyaz tenli, beyaz kalbli yolcuları merak ve şaşkınlıkla izliyordu. Gönüllü doktorlar da onları…
Şehirdeki yokluk, açlık ve sefalet; şehrin tek hastanesine de yansımıştı. Hastane müdürü tek katlı, duvarları çatlamış, eski bir binayı gezdirirken başka ülkelerden gelen doktorların yıllardır burada görev yaptığını anlatıyordu.
Etiyopya sömürge olmamış Afrika ülkesi olma unvanını taşıyan, aynı zamanda zengin yer altı ve yer üstü kaynakları olan bir ülkeydi. Gönüllü doktorlar, basit yöntemlerle ve pek az masrafla tedavi edilebilecek olan hastalıkların, imkânsızlıklardan dolayı tedavi edilemediğini, bu yüzden binlerce insanın hayatını kaybettiğini öğreniyordu.
Nur Hanım; AIDS, tüberküloz, sıtma gibi birçok hastalığın kol gezdiği, 40 bin kişiye bir doktorun düştüğü bir ülkede hasta muayene etmenin kolay olmadığını biliyordu. Ama yapılan işi bir fedakârlık değil, vazife addediyordu.
Gönüllü doktorlar vazifelerini hassasiyetle yapmaya çalışıyor, hastaları sırayla muayene ediyorlardı. Akşama kadar güneşte sıra bekleyen, sıra gelmeyince de evlerine dönen hastaların yüzlerindeki çaresizliğin hüznü, doktorların yüreklerini yakıyordu. Yüzlerce hasta tedavi etmişlerdi, ama yapılanlar, yapılacakların yanında, deryada damla gibi kalıyordu.
Doktorlar Türkiye’de hiç görmedikleri hastalıklarla karşılaşıyorlardı. Sağlık ekibindeki eczacı Serhat Bey, hastanede çok pahalı ilaçların olduğunu görmüş ve şaşırmıştı. Araştırdığında, bu ilaçların deneme maksadıyla gönderildiğini öğrenmişti. Yani bu insanlar, çaresiz kalarak bu riski göze alıyordu.
Başkent Addis Ababa’ya dönmüşler, sağlık hizmetlerine burada devam edeceklerdi. Necâşî Türk okulunun sınıfları doktorların branşlarına göre paylaştırılmış, okulun giriş katı âdeta küçük bir hastaneye dönüştürülmüştü. Veliler ve öğrenciler haberdar edilmiş, sevginin ve şefkatin her renginin yaşandığı okula akın ediyorlardı.
Tedaviye gelen her bir hasta, samimiyetin sıcak nefesini hissediyordu yüreğinde. Yıllardır eğitim gönüllülerinden gördükleri samimi ve mütevazı tavırları, gönüllü doktorlarda da görmüşler, duygulanmışlardı.
Nur Hanım, verilen emaneti, Necâşî’nin şehrine gitmek üzere bindikleri uçak arıza yapınca ulaştıramamıştı. Emniyet Müdürlüğündeki memurun verdiği para ile satın aldığı iki şişe gül suyunu, kabre dökmesini rica ederek Emrullah Bey’e teslim etmişti. İçi buruk, gözü yaşlı Etiyopya’dan ayrılmıştı.
Türkiye’ye döndükten sonra Emrullah Bey’in gül sularını kabristana döktüğü haberi ve zarfın içindeki fotoğrafları emanetin sahibine verirken ikisi de gözyaşlarını tutamamıştı.
“Necâşî’nin ülkesine yardıma gidebilmeyi ve dualarımızla onların yanında olduğumuzu hissettirebilmeyi Rabbim nasip etti. Gördüğüm her Etiyopyalıyı Resûlullah’a sahip çıkan hükümdarın torunları olarak seyrettim, çocuklarının başını okşadım, onlara sarıldım.”
Onca zulüm karşısında, mazlum ve mağdurlara sahip çıkan günümüzün Necâşî’lerine selam olsun.