Peygamberimiz ve Söz-1

Hakk’ın murad ve kelamına tercüman olma vazifesiyle gönderilmiş bulunan Peygamberimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), aynı zamanda bir söz sultanıydı. Bugüne kadar herkesin derecesine göre ve belli ölçüde söylemeye muktedir olduğu bir hayli güzel söz olmuştur ama; Güzeller Güzeli’nin sözlerinde bir başka derinlik, bir başka lezzet, bir başka halâvet vardır. O’nun beyanı o kadar tatlı, ifadeleri o kadar büyüleyiciydi ki, O (sallallâhu aleyhi ve sellem) konuşurken başlar döner, bakışlar başkalaşır, kalbler duracak hâle gelir, akıl ve muhakemeler teslim-i silah eder, insanî duygular dirilir ve ruhlar da âdeta kanatlanırdı. Allah O’nun diline öyle bir güç ihsan etmişti ki, O’nu dinleme bahtiyarlığına erenler, ifadeleri en özlü, beyanları en çarpıcı bir Söz Sultanı’nın huzurunda bulunma mehabetiyle âdeta dilleri tutulur ve büyülenirlerdi.. ne zaman O’nun dudaklarından hikmet pırlantaları dökülmeye başlasa, akıl ve muhakeme erbabının nutku tutulur; ne zaman O, iyiyi, güzeli, doğruyu anlatmaya koyulsa, ağzının şeker şerbeti dinleyenlerin ruhlarını sarar; ne zaman O, âteşîn sözleriyle fenalıkları hedeflese, küfür ve münkeratı kendi çirkinliklerinde boğar.. ve hele davası adına serdettiği hüccet, burhan ve delillerle kükrediği zaman, bütün karanlık ruhların dillerine zincir vurur ve karanlıkları bozguna uğratırdı… O, bütün bu mazhariyetlerin şuurundaydı ve tahdis-i nimet (şükür niyetiyle Hakk’ın nimetlerini ilan) sadedinde bunları izharda da beis görmezdi: “Ben nebi-yi ümmî olan Muhammed’im. Benden sonra nebi yok! Ben sözün ilkiyle, sonuyla ve ‘cevâmiu’l-kelim’le serfirâz kılındım.” 1 diyerek Hakk’ın ihsanlarını sayar-döker.. ve “Ey insanlar, ben ‘cevâmiu’l-kelim’le ve her şeyi hall u fasl edecek son sözü söylemekle şereflendirildim.” 2 nurefşân beyanlarıyla da geçmiş ve geleceğin Hatîb-i Zîşân’ı olduğunu ilan ederdi. Gerçekten O Efendiler Efendisi, diriltici soluklarıyla, Hak bahçesinin güllerine ilâhiler besteleyen öyle bir bülbül idi ki, O ne zaman şakısa, gönlünü dile getirir ve gönlünün dilinden en büyüleyici nağmeler söylerdi. O’nun bağının taze fidanlarında filizlenmiş o tazelerden taze sözler, başkalarının baharında açılmış tomurcuklara, başkalarının sabahında güneşe uyanmış çiçeklere benzemezdi. O’nun söz sofrasında her şey bir gonca gibi şebnemi burnunda yepyeni ve turfandaydı.. ve bu turfanda nimetleri bütün derinlikleriyle tadıp tanımak, tanıyıp hazzına ermek de, sadece bu bezmin ilk tâli’lilerine müyesser olmuştu. O Beyan Sultanı (aleyhi ekmelüttehâyâ), söz cevherinden öyle bir kılıç yaptı ki, o kılıcın başlar üstünde bir kere dönüp helezonlar çizmesiyle bütün yalancı ve muzahref beyanlar kaçıp yarasaların tünedikleri yerlere saklandılar ve bütün masallar Kafdağı’nın arkasında Anka’ya sığındılar. O ifade ve beyandan öyle çeşmeler akıttı ki, bir anda cahiliye sahrasının dört bir yanı Cennet bahçelerine döndü ve öyle çağlayanlar meydana getirdi ki, bütün imana açık gönüller kendilerini sonsuzun okyanusuna akan o çağlayanlar içinde buluverdiler. O’nun sözleri öteler kaynaklıydı.. eğer vahiy fitiliyle parlayan O’nun sözleri olmasaydı, cihanlar hep kaos olarak kalır giderdi. O, tabiatın yüzündeki perdeyi söz kılıcıyla delik-deşik etti ve şeriat kitabını da yine söz nakışlarıyla süsledi. Söz O’nun atının terkisine vurulmuş bir meta, sadağında altın tüylü bir oktu. O, uğradığı her yerde sözden anlayanların eteklerini mücevherlerle doldurdu ve yayını gerip atını karanlıklar üzerine sürdü. Allah, son bir kere daha sözlerle bir yeryüzü devleti kurmak murad buyurunca, bu devletin başbuğluğuna o Beyan Sultanı’nı getirdi; ifade, sikke ve tuğrasını O’nun eline verdi. Gelmiş geçmiş ötelere açık bütün söz erleri, tecelli arşını terennüm eden koronun birer ferdiydi; O, bu bülbüller topluluğunun idarecisi oldu.. nebiler ve veliler gelip gelip bir halka-i zikir teşkil ediyorlardı; O, bu kudsîler halkasının serzâkirliği vazifesiyle geldi.. geldi ve o tok sesiyle Arş u ferşi velveleye verdi. O’nun sözlerle donatıp insanlığa takdim ettiği semavî sofrasındaki her yemiş, dost bağının en mahrem noktalarından alınıp, kimseye açılmadan, mahfazası içinde O’na sunulmuş eltaf-ı şahaneden has meyvelerdi. O’ndan evvel o meyveleri ne başkaları bakıp görmüş ne de onlara el sürülmüştü… Hele, mahremlerden mahrem en has bahçelerin, en has güllerini, en latîf nağmelerle terennüm eden bu Andelîb-i Zîşân’ın (aleyhissalâtü vesselâm) ilham üveyki şahlandığı vakit bütün diller susar, sineler kulak kesilir ve ruhlar O’nun beyan zemzemesi karşısında kendilerinden geçerlerdi. Evet, O’nun sözleri, her dalgalanışıyla sahilleri incilerle bezeyen birer deniz, gönüllere ürpertiler salarak zirvelerden dökülen birer şelale ve derinliklerden kopup gelen fevvareler gibiydi.. ne o deryaları zenginlik ve muhtevasıyla tavsif etmek, ne o çağlayanlara tercüman olmak, ne de o fevvarelerin ulaştığı noktalara ulaşıp onları ihata etmek mümkün değildir. Şimdiye kadar yüzlerce muhakkik ve edip O’nun söz cevheri etrafında dönüp durdu.. binlerce ve binlerce mütefekkir o pırıl pırıl âb-ı hayat kaynağına başvurdu ve nice devâsâ kâmetler, ömürlerini O’nun derinliklerini kavramada tüketti ama; O hep ulaşılan noktaların ötesinde kaldı. Bir şairimizin Kur’ân hakkında söylediği bir şiirde az bir tasarrufla şöyle desek yerinde olur zannederim: “Bikri, fikri kâinatın çak çak oldu fakat, Perde-i ismette kaldı beyan-ı Resûl henüz.” Evet, damla, deryayı bütünüyle ifade edemediği, zerre, güneşe ait hususiyetleri tamamen gösteremediği gibi, Muhammedî hakikatin birer parçası sayılan ulema, evliya, asfiya da –başkalarına nispeten kâmil bile olsalar– O’nu tam temsil edemez ve aynıyla aksettiremezler. Allah Resûlü, mektep-medrese görmemiş bir mürşid-i kâmildi. Maddî-mânevî yapısının sağlamlığı, duygularının duruluğu, düşüncelerinin rasâneti ve maâliyâta açık vicdanının enginliğiyle, Hakk’ın mesajlarını olduğu gibi almaya, alıp orijinini koruyarak insanlığa aktarmaya müsait ve müstait bir fıtratta yaratılmış, özü ve ruh safveti korunmuş, beşerî talim ve terbiyenin, talim ve terbiyedeki beşerî sistemlerin tesirine karşı kapalı kalmış; sonra da vahiyle donatılarak insanlığa gönderilmiş olma mânâsında, mektep-medrese görmemiş bir mürşid-i kâmil-i mükemmeldir. O’nun tabiat ve seciyesi, zâhir ve bâtın duyguları, akıl ve muhakemesi, peygamberlik vazifesiyle o denli münasebet içindeydi ki, Hak’tan gelen hiçbir mesaj, hiçbir ilham esintisi en küçük bir değişikliğe uğramadan, kırılmadan, o nurdan menşûrun mahiyet-i nuraniyesinde billûrlaşır, sonra da tenezzülât dalga boyunda gelir hedefine ulaşırdı. Bu en temiz kaynaktan fışkırıp akan ve gelip temizlerden temiz bir gönle boşalan; sonra da en latîf, en nazîf, en fasîh bir lisanla beşerî idrake göre seslendirilen her türüyle ilâhî mesaj, O’nun peygamberliğinin emaresi, risaletinin delili olduğu gibi, yürüdüğü o çetrefilli yollarda da zâd u zahîresi, ışığı-burağı ve hasımlarına karşı hücceti ve burhanıydı: O, muhatablarına Hakk’ın mesajlarını sunarken, aynı zamanda peygamberliğini de haykırır ve elçiliğini ilân ederdi. Keza O, muhataplarının müşkillerini halledip ihtiyaçlarını karşılamada vahyin o sırlı, sihirli cevher hazinelerini kullandığı gibi, hasımlarını ilzam edip susturmada da yine aynı elmas kılıcı istimal ederdi. Kur’ân O’nun için her şeydi; hava idi, su idi.. silah idi, zırh idi.. kale idi, burç idi.. ve burçlarda dalgalanan bayrak idi… O, Kur’ân’la soluklanır.. onunla bulutlar gibi göklere kadar yükselir.. onunla rahmet damlaları gibi yeniden yerdeki varlıkların imdadına koşar.. onunla zulmetlerle savaşır, onunla şerlerden ve şerîrlerden korunur.. onunla gürler ve onunla ışık olur her yana yağardı.

Dipnotlar

1 Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 2/172, 212.

2 İbn Ebî Şeybe, el-Musannef 1/261, 6/318; Ebû

Ya’lâ, el-Müsned 13/209.

Bu yazıyı paylaş