İnsan, bir yönüyle zulüm ve kötülük, diğer yönüyle merhamet ve iyilik potansiyeli taşıyan bir varlık. Şu âyet-i kerime de bu hakikate dikkat çekiyor: “Biz emaneti göklere, yere, dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten kaçındılar. Zira sorumluluğundan korktular, ama onu insan yüklendi. İnsan (bu emanetin hakkını gözetmediğinden) cidden çok zalim, çok cahildir.” (Ahzab, 33/72). Emaneti (benliği) kendi mülkü görme gibi büyük bir yanılgıya düşen insan, bu yüzden “çok zalim ve çok cahil” olabiliyor.
Çehov’un “Karga” isimli kısa hikâyesinde, karga ile insan arasında geçen bir konuşmadan bahsedilir. Anton Pavloviç Çehov (1860–1904), Rus edebiyatında önemli bir isimdir. Çehov; hikâyelerinde insanın saflığı, kurnazlığı, cömertliği, tamahkârlığı, bencilliği, korkaklığı, cesareti, cahilliği ve zalimliği gibi birçok özelliğini anlatır. Her devirde insan, alâ-yı illiyyîn ile esfel-i sâfilîn arasında gelgit yaşıyor.
Çehov’un yaklaşık üç sayfalık bu hikâyesinde bir insan, karga sürüsünün içinden birini gözüne kestirir ve kargaya kaç yaşında olduğunu sorar. Karga, 367 yaşında olduğunu söyleyince, “Eğer ben, 367 yıl yaşasaydım neler yapardım neler. Mesela birçok başarılar, ödüller kazanır, mal mülk sahibi olurdum.” deyip şunu sorar insan: “Peki, karga kardeş, sen bunca yıl neler yaptın?” Karga gayet sakin bir şekilde, “Her gün bulduğumuz tohumları yer, suyumuzu içer ve seyahat ederiz.” diye cevap verir. İnsan, hayret ve biraz da öfkeyle, “Bunca yıldır böyle basit bir hayat mı yaşıyorsun?” diye kargaya çıkışır, hatta onu aptallıkla itham eder. Karga yine sükûnetle cevap verir: “Evet, doğrudur, biz kargalar biraz aptalız. Ama kabul et ki bunca yıl siz insanoğlunun yaptığı birçok aptallıktan da uzak yaşıyoruz. Bu bizim iftihar ettiğimiz bir şeydir. Bunca yıllık ömrümde, kargaların birbirleriyle savaştıklarını, hemcinslerini öldürdüklerini hiç görmedim. Oysa siz insanlar? Dünyayı savaş alanına çeviriyorsunuz. Her yıl yüzbinlerce insanın ölümüne sebep oluyorsunuz. Dünyanın huzurunu bozuyorsunuz. Biz kargalara gelince birbirimizi aldatmayız, birbirimize kara çalmayız ve gazetelerde masumlara sövgüler falan da yazmayız. Biz kargaların arasında başkalarına dalkavukluk yapanları göremezsiniz! Peki ya insanlar?”[1]
Çehov’un 1886 yılında yazdığı bu hikâye, bize bir gerçeği gayet yalın bir şekilde ifade ediyor: Bazı insanlar çok zalim ve cahildir. Öyle olmasaydı hırsızlara, katillere ve suç makinesine dönüşmüş mafya elemanlarına af çıkarılırken, anneler lohusa yatağında tutuklanıp bebekleriyle beraber hapsedilir miydi? Yatağa bağımlı, masum bir ihtiyar, evinden alınıp sedyeyle hapse gönderilir, ona günlerce eziyet edilir miydi? İnsan zalim olmasaydı, Hakk’ın huzurunda hesabını veremeyeceği suçlar işler miydi? Milletin helal malına çökmek için, “Ganimettir, ganimet!” diye bağırır mıydı? Baskıdan ve zulümden kaçarken Meriç’te veya Ege’de boğulan bir masum çocuk karşısında vicdanı neler hissederdi?
Çehov’un yaşadığı yıllardan günümüze kadar yaşanan olaylara bakınca, birtakım insanların farklı düşünceler söz konusu olduğunda nasıl da cânileştikleri görülüyor. Bunca suçun ve zulmün işleniyor olması, kargayı haklı çıkarıyor!
Jean-Jacques Rousseau, Toplum Sözleşmesi isimli kitabında şöyle diyor: “İnsan hür doğar, oysa her yerde zincire vurulmuştur. Falan kimse kendini başkalarının efendisi zanneder, ama böyle sanması onlardan daha da köle olmasına engel değildir. Köleler zamanla kölelikten kurtulma isteğini kaybederler; köleliklerini sever olurlar… İnsanın özgürlüklerinden vazgeçmesi, ahlak düşüncesinden de vazgeçmesi mânâsına geliyor. Savaşlar ise aslında insanın insanla değil, devletin devletle olan münasebetidir. Daha doğrusu savaşlar, devleti sahiplenen egosuna esir yöneticilerin, hırs ve heveslerinden dolayı çıkmakta, insanlar birbirine rastgele düşman olmaktadırlar!”[2]
“Ben ekmeksiz yaşarım, hürriyetsiz yaşayamam.”[3] diyen Üstad Bediüzzaman, insanlığın kurtuluşunun istibdatla değil, özgürlükle, hür iradeyle ve adaletle mümkün olabileceğini öngörüyor. Fransız düşünür Montesquieu’nun (1689–1755) ileri sürdüğü “kuvvetler ayrılığı” prensibine göre, her ülkede yasama, yürütme ve yargı olmak üzere üç kuvvet söz konusudur.[4] Bu kuvvetlerin mutlaka birbirinden ayrılması gerekir; aksi takdirde o ülkede hürriyet değil esaret söz konusu olur. Hâkimler korkarak birilerinin isteğine göre karar verir, vicdanlarına göre hüküm veremezler. Bu durumda da hâkim ve savcılar başta olmak üzere bütün insanlar, despotik tiranların köleleri olurlar. Üstad Bediüzzaman’ın da dikkat çektiği husus budur: İnsan aç kalabilir, ama asla hürriyetten ve adaletten taviz vermemelidir; yoksa insanlığını kaybeder.
O hâlde yol ikidir: Ya zalim ve cahil bir insan olmak veya haktan, ilimden ve adaletten yana olmak… Ya zulmetmek, zulme sessiz kalmak, yapılan her türlü haksızlığa göz kapayıp insanlık faziletini kaybetmek veya dünyaya barış esintileri taşıyarak hoşgörü ve sevgi bayraktarlığının öncülerinden olmak. Ya kula kul olmak veya sadece Hakk’a kul olup hiçbir fâniye boyun eğmemek. Tercihini haktan yana yapan, güçlü muktedirlere boyun eğmeyen, sabır ve sebatla, barış ve huzura hizmet eden insanlardan olabilenlere ne mutlu!
Dipnotlar
[1] Anton Pavloviç Çehov, Kırlarda Bir Gün, “Karga”, Çev. Mehmet Özgül, İstanbul: İletişim Yayınları, 2020, s. 99–103.
[2] Jean-Jacques Rousseau, Toplum Sözleşmesi, Çev. Vedat Günyol, İstanbul: İş Bankası Kültür Yayınları, 2006.
[3] Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2010, s. 458.
[4] “Baron de Montesquieu, Charles-Louis de Secondat”, Stanford Encyclopedia of Philosophy, plato.stanford.edu.