Yıllar var ki toplumumuzda sürekli bir düşünce kayması yaşanıyor ve her gün daha da yaygınlaşan bir üslûp bozukluğu bütün duygu ve düşünceleri âdeta esir alıyor. Beyanlar fevkalâde dekolte, ifadeler olabildiğine mütecâviz, davranışlar bayağılardan bayağı, edâ büsbütün yırtık; bu şirâzesizliğe esas teşkil eden hisler ve mantıklar ise akreplerin niyetleri kadar karanlık… Neyi dinleyecek, kime güvenecek ve hangi düşünceye itimat edeceksin.? Her zaman tenkide ve tahribe kilitlenmiş bu kavgacı ruhlar arenasında, en masum düşünceler, en tutarlı plânlar ve projeler bile bazen teâruzların, tesâkutların insafsız dişleri arasında çiğnenip bir kenara atılmakta ve en mukaddes değerler hep pâyimal olup gitmekte.
Nedir acaba, insanımıza insanî değerler açısından bu ölçüde irtifa kaybettiren sebepler?. Nedir acaba bizi birbirimizin kurdu haline getiren sâikler..? Şayet bu üslûpla -tabiî, buna da üslûp denecekse- bir yere varılmak isteniyorsa çok yanlış; hele bu yolla bir kısım yüksek mefkûrelerin gerçekleştirilmesi düşünülüyorsa o da bütün bütün bir aldanmışlık.. ama ne acıdır ki, biz yıllardan beri hep peşi peşine aldanmakta, hep akla-hayale gelmedik yanlışlıklar yapmaktayız. Hem de yaptığımız şeyleri dünya çapında büyük başarılar gibi göstererek büyük yanlışlıklar yapmaktayız. Öyle ki, âleme örnek olacak, dünyanın şeklini değiştirecek, hiç olmazsa ülkemize çeki-düzen vereceğiz yâveleri en çok bu dönemde duyulan fantezilerden oldu. Ama, işte o tiz perdeden atıp tutmalar ve işte huzursuzluğun pençesinde kıvranan bu mübarek ülke ve mağdur millet!
Doğrusu, bu şirâzesizlikle ne dünyanın düşünce haritasını değiştirmek ne kendi toplumumuzun idbârını ikbâle çevirmek ne de insanımıza yeni ufuklar açabilmek mümkün olacaktır. Bence, bu hafakanlı çevrelerin, her biri birer hezeyan ve ihtilaç sayılan düşüncelerinden doğsa doğsa ancak kargaşa doğar. Ama kat’iyen yenilik doğamaz. Aslında bugüne kadar olanlar, bundan sonra olacakların aldatmaz emâresi ise, böyle bir konuda, daha fazla bir şey söylemek de abes olsa gerek…
Orijinal bir konuyu tahlil ettiğimiz iddiasında değiliz; bu mevzû şimdiye kadar değişik mahfillerde defaatle ele alındı.. bilmem kaç kere teşhis ve tesbit imbiğinden geçirildi.. nice zengin karîha ve güçlü kalemlere iştigal mevzuu oldu.. hatta ne kapsamlı anketlerle üzerinde duruldu.. ve farklı platformlarda farklı değerlendirmelere tâbi tutuldu; ne var ki bu teşebbüslerden hiçbiri beklendiği ölçüde yararlı olmadı.. olmadı ve hâlâ pek çok kimse düşünce ve zeka kıymetini bu üslûp bozukluğu uğrunda harcamakta; bilgi, kültür, cesaret ve mantığını hislerinin yedeğinde götürmekte ve âdeta hep insanî değerlerle savaşarak ömrünü tüketmekte. Zaten bu fikren yetersiz, kalbî hayatları itibarıyla bomboş, muhakemeleri açısından fevkalâde tutarsız, hikmet ve ilim fakiri kimseler, biraz da hilekâr, hasis, şöhretperest, makam-mansıp-menfaat düşkünü iseler, bunların başka bir çizgi takip etmeleri de mümkün değildir.. başka bir çizgi takip etmeleri şöyle dursun böyleleri, gözlerini diktikleri noktaya ve kilitlendikleri hedefe ulaşabilmek için kanmak bilmeyen bir susuzluk ve doymak bilmeyen bir oburlukla, sürekli bu cismanî açlık ve susuzluğu giderme peşinde koşacak; ara sıra elde ettikleriyle sevinseler de, çok defa fevt ettikleri fırsatlardan ötürü kıvrım kıvrım kıvranacak, her biri insanoğluna bahşedilmiş eşsiz birer mevhibe sayılan ruhlarındaki yüksek hislerini söndüre söndüre nefsanîlik vadilerinde hep sürüklenip duracaklardır.
Zaten, bu ölçüde, insanî mantık ve muhakemesini, vicdan ve vicdana bağlı ilahî mevhibelerini yitirmiş bu kalb ve düşünce fakirlerinin, dünyanın yükselip daha bir yaşanır hale gelmesine ve insanoğlunun mutluluğuna herhangi bir katkıda bulunmaları ya da milletleri için yararlı olabilmeleri ve hele onları yeni ufuklara yönlendirmeleri kat’iyen söz konusu değildir; değildir zira, hiçbir zaman, kendini iç derinlikleriyle duyamamış ve varoluş hedeflerini kavrayamamış; dahası sevmeyi unutmuş, saygıya boş vermiş, fazileti fantezi saymış ve sürekli ne kazanacağını, nasıl kazanacağını, kimi çarpacağını ve hangi yollarla refahın doruğuna ulaşacağını düşlemiş durmuş böyleleri, ihtimal hayır yapmaya niyet etseler bile hep şerlere sebebiyet vereceklerdir. Zira, kirli ruh ve mülevves tabiatlardan temiz şeylerin meydana gelmesi hiç görülmemiştir veya ender vak’alardandır.
Gerçi daha önceleri de insanlık defaatle düşünce inhirafları ve ruh kaymaları yaşayagelmiştir ama, konu hiçbir zaman bu ölçüde bir sosyal gâile haline gelmemiştir; gelmemiştir, çünkü günümüzün insanı bütün zeka gücünü, muhakeme kabiliyetlerini nefsi ve hevâsı hesabına kullanmakta ve hakka, hidayete karşı da kararlı bir savaş sürdürmekte. Ayrıca o, bütün bunları zeka ve bilgisinin her şeye yettiği ve yetebileceği kanaatiyle yapmaktadır…
Aslında ben, bugünkü insanların dünkülerden daha zeki ve daha mantıklı oldukları kanaatinde değilim. Hatta bir mânâda günümüzün zeka şampiyonlarının, muhakeme dahilerinin uzak-yakın dünkü insanlara nispeten daha aptal ve daha banal olduklarını düşünüyorum. Günümüz teknolojisi ve ilmî imkânlarının vadettiği onca avantaja karşılık, o imkânların onda birine bile sahip olmayan eski insan ihtimal daha kabiliyetli, daha muktedir ve daha tutarlıydı. Herhalde bir Kabil, günümüzdeki emsaline nispeten daha becerikli bir kâtil; Nemrut daha onurlu bir müstebid; Kârun daha atılgan ve müteşebbis bir kapitalist; Firavun daha dengeli bir mütemerrid; Sokrates daha disiplinli bir düşünür; Leonardo daha derin ve ufuklu bir sanatkâr; Shakespeare daha hülyalı, daha fettan bir edip; Goethe daha fâik bir tasvirci; Nietzsche, gözü daha kara bir âsi; Sartre daha mübâlâtsız ve mümâşâtsız bir nefis tahlilcisiydi.. evet, bunlardan her biri kendi felsefî çizgisinde -iyi ya da kötü- daha çaplı ve daha çalımlıydı.
Oysaki günümüzde, ne kendini tamamen hurafelerden kurtarmış kabul eden aydınlar, ne de dini ve metafiziği kendi derinlikleriyle kavradığını sanan ruh ve mânâ insanları, hem de sahip bulundukları onca modern imkânlara rağmen, kat’iyen selefleri seviyesinde başarılı olamamışlardır.. başarılı olamamadan da öte, her şeyi maddede arayan aklı gözlerine inmiş maddeciler de, her şeyi mânâya ircâ etme konumunda bulunan mâneviyatçılar da, muhakemeleri itibarıyla alabildiğine sığ, azim ve iradeleri açısından fevkalâde kararsız; insanî değerlere saygı bakımından eskilerden daha geri, hevâ ve hevesleri itibarıyla olabildiğine hercâi; her sabah ayrı bir cereyanın zebunu, her akşam ayrı bir anlayışın meftûnu; sürekli gel-gitler içinde ve hep istikrarsız; bazen ateist ve nihilist, bazen kapitalist ve liberalist; bazen uysal ve aşamayacağı güçler karşısında iki büklüm, bazen de serseri ve âsi; ama her zaman dengesiz ve hedefsizdirler. Aslında böylelerinin, her an ayrı bir akıntıya kapılıp bir meçhule sürüklenmeleri ya da herhangi bir yanlışın cenderesinde preslenmeleri mukadderdir. İşte kara bahtlarının rüzgârlarıyla, hazan yemiş yapraklar gibi savrulup zebil olan bu zavallıları kurtarmaya da kimsenin gücü yetmeyecektir.
Öyle tahmin ediyorum ki, bu sosyal zıvanasızlığı -belki de buna içtimâî paranoya demek daha uygun olacak- yarınlara ait tehditleriyle görebilenler, daha şimdiden ürperip titremeye başlamışlardır bile. Ancak, kim ne kadar ürperip titrerse titresin, çare ve çözüm adına ortaya atılan düşünceler, dönüp dolaşıp yine sosyalizm, kapitalizm, liberalizm… gibi doktrinlere gelip dayanmakta. Arızanın hakikî merkezi ve inhirafların gerçek sebepleri tesbit edileceği ana kadar da, zannediyorum biz hep bu fâsit daire içinde dönüp duracağız, toplum da bir türlü bunalımlardan kurtulamayacak.
Evet, o, siyasî buhranlardan sıyrılırken iktisadî krizlere gidecek, askerî handikapları aşarken idarî kaoslara sürüklenecek ve hep öldüren bu ‘kısır döngü’ler içinde harâb olup-türâb olup gideceğiz. Şayet önümüzdeki günlerde de bu mantıkla -daha doğrusu bu mantıksızlıkla- hareket edilecek olursa, bir çuvaldız boyu yol almamız mümkün olmayacak; paneller, konferanslar dönüp dolaşıp yine ‘fert’ ve ‘devlet’ makûlesine gelip dayanacak; ‘Hürriyetçi bir düzen mi yoksa devletçi bir nizam mı? Kapitalist bir sistem mi, sosyalist bir idare mi..?’ mülâhazaları asla aşılamayacak.. sonra da bir sürü diyalektik, bir sürü mantık oyunu, derken onca kaybedilmiş yıllar ve heder olup gitmiş imkânlarla kendi egoizmamız etrafında daireler çizip durduğumuz görülecektir. İsterseniz şimdi birkaç asırdan beri milletçe, yapılması gerekirken her ne hâl ise bir türlü yapılamayan hususların bazılarını arzetmeye çalışalım:
Biz, bir-iki asırdan beri millet olarak onca yenilik teşebbüslerimizin yanında, kendi millî kültürümüze dayanarak kendi ahlâk sistemimizi kuramamış; kendi metafizik mülâhazalarımızı geliştirip sistemleştirememiş; Allah, kâinat ve insan gerçekleri açısından kendi iç dünyamızı aksettirecek bir sanat telâkkisi ortaya koyamamış ve mânâ köklerimize göre bir talim ve terbiye sistemi geliştirememiş bir milletiz.
Dünyada hemen her ahlâkî sistemin özünü, sağlam bir inanç, hazmedilmiş hürriyet duygusu ve yaygınlaştırılmış bir mes’uliyet şuuru teşkil eder ki, bunların hemen hepsi de metafizikle alâkalı konulardır. Küfür ve ilhadın hâkim olduğu, insanların hürriyet duygularının öldürüldüğü, gönüllerden sorumluluk hissinin sökülüp atıldığı bir toplumda metafizikten bahsetmek mümkün değildir. Böyle bir ortamda ahlâktan söz etmek ise bütün bütün imkânsızdır. Kendi metafizik düşünce sistemini kuramamış toplumlar, böyle bir metafizik mülâhazaya göre kendi iç kimliklerini belirleyememiş fertler, zamanla ruhlarını, inançlarını yitirecekleri gibi, uzun zaman kendi soy kütüklerini korumaları da mümkün olmayacaktır.
Oysaki biz, millet olarak tarih boyu bizi besleyen o bereketlilerden bereketli kendi hayat kaynaklarımızı kendi ellerimizle kuruttuk.. kuruttuk ve bütün bütün ithalâta yöneldik. Öyle ki, dünyanın dört bir yanından getirip dayatmalarla herkese kabul ettirmeye çalıştığımız o tuhaf milliyet telâkkisi, o acayip hayat felsefesi ve ruhumuzu yaralayan o garip sanat anlayışıyla topyekün milletin hafızasını karıştırdık, birkaç bin seneden beri par par yanan kendi meş’alelerimizi söndürerek yarasalar gibi âdeta karanlığa teslim olduk.
Şimdi bizim, şuna-buna değil, şu felsefe bu felsefeye de değil, bize kaybettiğimiz kendi ruhumuzu kazandıracak; bizi belirsizliğin anaforlarından kurtarıp kendi ahlâk, kendi anlayış ve kendi törelerimiz çerçevesinde yeni bir hakikat aşkına, ilim telâkkisine ve düşünce derinliğine ulaştıracak sihirli bir reçeteye ihtiyacımız var. Bu reçete, yüzlerce senelik millî hayatımızdan süzülüp gelen kendi metafizik mülâhazalarımız, kendi ukbâ buudlu hayat felsefemiz ve Allah-kâinat-insan gerçeğiyle alâkalı nübüvvet eksenli kendi sesimiz, kendi soluklarımızdır. Öyle zannediyorum ki, yitirdiğimiz değerleri elde edeceğimiz güne kadar da kendi üslûbumuzu bulabilmemiz, kendi konumumuzu belirleyebilmemiz ve düşünce kaymalarından kurtulmamız mümkün olmayacaktır.