Hak Karşısındaki Konumu ve Duruşuyla İnsan-1

İnsanoğlunun yaratılışı varlığa farklı ve derin bir ses katmıştır; o, yaratılış ağacını tamamlama vadiyle gelmiştir dünyaya. Ruh ve cismin birleşik noktasına otağını kuran mihnet yurdunun bu çileli yolcusu, her biri varlığının ayrı bir derinliği sayılan bu iki cevheri dengeli tutmada oldukça zorlanmış ve bir sancak gibi dalgalandığı aynı anda devrilme telaşları yaşamıştı/yaşıyor; sonra da özel bir inayetle doğrulup gaye-i fıtratı, netice-i hilkati diyebileceğimiz hedefine yürümüştü. Onun hayatı adeta bir dantela gibi hep sevinç ve keder atkıları üzerinde örgüleniyordu. Dünyaları-ukbâları peyleyecek cevher onun ruhunda idi; ama, ebedî hasmı şeytan da her zaman ense kökünde onu çarpmak için fırsat kolluyordu. Bu itibarla da o, ebediyetleri peylemeye çalışırken peylenme tehlikesiyle de karşı karşıya bulunuyordu; öyle ki, bir yandan sarraflık yapıp herkesin eteklerini mücevherlerle dolduruyor; diğer yandan da sürekli başının üstünde o uğru ve şakînin gölgesini hissediyordu.

Onun varoluş takdiri herkese ve her şeye bişaretti; ama, hususi donanım ve konumu da beraberinde bir hayli sorumluluğu gerektiriyordu. O mutlaka farklı yaratıldığını doğru okuyup donanım ve konumuna göre bir tavır almalı ve mâhiyetiyle mütenasip bir duruşa geçmeliydi. Aksine, irtifa kaybından ötürü cezalandırılması söz konusuydu. Onu, özel bir takdirle planlayan, maddî-manevî duygularla donatıp bir hilkat harikası haline getiren Zat, ondan şeklinin-şemâilinin, edasının-endamının takdir ve şükrünü istiyordu.

Evet insanoğlu, iç ve dış donanımı, –kaynağı Hak inayeti– güzellerden güzel sureti, vicdanî genişliği, mâhiyet zenginliğiyle bir kıvam örneği ve “ahsen-i takvîm” âbidesidir: O her yanıyla bir hilkat mucizesi, her uzvunda tam bir tenasüp nümâyan, zâhir ve bâtın ahengiyle de başdöndüren bir mükemmeliyet içindedir. Onun iç ve dış duyu organlarının, bu mükemmel yapının hendesesine göre planlandığı apaçık. Dünya-ukbâ derinlikleriyle –şart-ı âdî planında– her iki âlemi de mamur kılabilecek bir keyfiyeti hâiz.. mâhiyet ve donanımı herhangi bir fânî güç ve tâkate verilemeyecek kadar harika, olabildiğine değerli ve o aşkın kudretin en bariz remzi.. eli-ayağı, gözü-kulağı, dili-dudağı, kafası-dimağı, eti-kemiği, damar sistemi, mafsalları, sinir ağları; ruhu-kalbi, hissi-zihni, şuuru-aklı, mantığı-muhakemesi, ümitleri ve emelleriyle o Müteal Kudret’in en güzîde eseri; kainâtların bir misâl-i musağğarı; mülkün-melekutun özü, üsaresi, sınırlılığı içinde kevn ü mekanlar kadar bâtınî vüs’ati, zâhiren dar bir çerçeveye sıkıştırılmış küçük görünümlü olmasına rağmen zenginlerden zengin muhtevası ve canlılar alemi şiirinin bir bercestesi, diğer bir mana itibarıyla kâfiyesi; mükemmellerden mükemmel öyle bir tanzim içindedir ki, onda ne göze ilişen münasebetsiz bir çizgi, ne de zevk-i selimi rahatsız edecek bir aykırılık söz konusudur. Aksine o, hacmi, şekli, heykeli ve hendesesi bakımından olabildiğine ölçülü, düzgün ve pürüzsüz; hareketleri, tavırları, oturup kalkışı, konuşması, mimikleri, yeyip içmesi, sesi-sözü, yürüyüşü, oturuşu-kalkışı ve değişik pozisyonlardaki duruşuyla harikulâde, “Allah vergisi” denmeye sezâ ve eskilerin ifadesiyle bir “nüsha-i kübrâ”dır. Öyle ki, kör olmayan her göz, sönmemiş her hissiyât ve fikredebilen her akıl ondaki bu iç içe güzellik ve endam karşısında kendisini hayretten alamaz ve Yaradan’ın ondaki nâmütenâhî rahmanî tecellîleriyle olduğu yerde kalakalır…

Bütün bunların ötesinde, Allah’ın insanı hilafet pâyesiyle şereflendirmesi onun için mansıplar üstü bir mansıptır. Kur’an-ı Kerim insanı Allah’ın halifesi olarak zikreder. Buna göre, yerlerde, göklerde ne varsa, her şey bir manada onun için var edilmiştir. Musahhardır varlık ve bütün eşyâ onun emrine. Evet, mikro varlıklar o mini dünyalarıyla, makro alemler o baş döndüren mehâbetleriyle, bir zaviyeden insanoğlu için var edilmiş ve onun maslahatlarına muvafık yaratılmışlardır denebilir. Böyle bir teshîr ve emre amade kılma ne insanın yapabileceği türden bir iştir, ne de şuursuz eşya ve kör tabiata havale edilebilecek gibidir. Bu geniş alanlı ve olabildiğine kapsamlı musahhariyet, sonra hilafet unvanıyla umum varlığa müdahale hakkı, ancak ve ancak Allah’ın lûtfu ve yaratmasıyla olabilir.

Ayrıca, hangi mânâda olursa olsun, eğer, gökler-yerler, dağlar-dereler, ırmaklar-denizler ve onlarda yüzen gemiler, mikro dünyalar-makro alemler insana musahhar kılınmış ve onun okuyup değerlendirmesine, değerlendirip yorumlamasına sunulmuşsa –ki öyle olduğunda şüphe yok– bu da insanın her şeyden daha değerli ve nezd-i ulûhiyette özel bir kıymeti haiz bulunduğunu, hatta Allah’ın hususi bir kısım mükerrem ibadı müstesnâ, insanoğlunun her şeyden daha üstün olduğunu gösterir. Bu itibarla da ona ait hiçbir şey, dünyevî hiçbir değer karşısında feda edilemez; zira o, bedeli bulunmama imtiyazıyla dünyaya gönderilmiş farklı bir varlıktır…

Elbette ki insan bu aşkın mazhariyetleri, o küçük cirmi, o ehemmiyetsiz maddesi ve cismaniyetiyle ihraz etmemiştir, edemez de; zira o, beden ve cismaniyeti itibarıyla bütün varlık karşısında bir zerre bile değildir. Ne var ki, ahsen-i takvîm sultanı bu hususi yaratığın özü, mâhiyeti, iç donanımı ve bilhassa o “nefha-i ilahî” olan ruhuyla, bütün kainâtlar karşısında bir fâikiyeti söz konusudur.. ve bu yanı itibarıyla da, “Onun mâhiyeti meleklerden de ulvîdir/Avâlim onda pinhandır, cihanlar onda matvîdir.” (Akif)

Zaten o, varlığa müdahele etme, bazı şeylerin şeklini, mâhiyetini değiştirme, eli ulaştığı ölçüde çevresini bediî zevklerinin rengine-desenine göre boyama selahiyetiyle bu dünyaya gönderilmiş bir halife ve hususi bir misafirdir. Aksine bir kısım maddeciler gibi, onu, yiyen-içen, cismanî zevklerini takip eden, sonra da yan gelip yatan bir varlık olarak düşünür ve öyle de görürseniz ona hakaret etmiş ve onu küçük düşürmüş olursunuz. İnsan, horlanacak ve küçük görülecek önemsiz bir varlık değildir; o, Kudret-i Sonsuz’un, varlığına câmi’ bir ayna olarak yarattığı harika bir cevherdir. Evet, âlem-i mülk ve melekûtun sahibi kendini bir kere de –istiğnası müsellem– onunla ifade etmek istemiş; onu Zatına mücellâ bir mir’at edinmiş ve kalbini esrâr-ı sübhâniyesine bir mahzen, lisanını da hakâikına bir tercüman kılmıştır. O, istediği için böyle olmuştur; istemeseydi ne insan ne de bir başka nesne var olamazdı.. ve O, kayyûmiyetiyle burada durdurmasaydı hiçbir şey duramaz, hiçbir varlık da olduğu gibi kalamazdı. İnsanoğlu, Cenab-ı Hakk’ın varlığa talakatli bir tercümanı, topyekün varlık da, okuyup değerlendirmek, yararlanıp şükretmek için ona Yüceler Yücesi’nin ayrı bir lûtfu ve armağanıdır: Bütün semâlar ve ondaki aylar, güneşler, yıldızlar; bütün küre-i arz ve ondaki canlı-cansız her varlık: hava, su, toprak, topraktaki değişik madenler; ağaçlar-otlar, kuşlar-kurtlar, ovalar-obalar ve her yanda tüllenen güzellikler, tüllenip herkesi büyüleyen renkler, iç içe desenler, çeşitli telden nağmeler, her bucakta duyulan sihirli şîveler Yaradan’dan, “halifem” dediği zata, onun donanım ve konumunu işaretleyen birer teveccüh ve iltifattır.

Bütün bunları, kendilerine has derinlikleriyle duyup hissedebilenler, aczlerinin çehrelerinde Rabbilerinin sonsuz kudretini okur; fakr u ihtiyaçlarının simalarında O’nun servet ve zenginliğinin eserlerini görür; tefekkür ve şükür arası gel-gitler yaşar, sürekli marifetle soluklanır, bir aşk u şevk çağlayanı gibi gürler; sonra da yürür mihrabına ve Yaradan’ı karşısında iki büklüm olur. Zamanla böyle bir ruh, bir marifet ve muhabbet tiryakisi halini alır; sever O’nu yürekten, saygıyla anar andığı zaman. Gönlünde mağmalaşır aşk u iştiyak; dilinde içinden süzülüp gelen her biri bir kor iştiyak neşîdeleri, lisanında varlığın özünden fışkıran hikmet şiirleri, gözlerinde O’nun sonsuz güzelliğinin değişik dalga boyunda farklı tecellîleri; O’nu söyler her zaman bülbüller gibi şakıyarak; O’nu mırıldanır nazmında, nesrinde, “Bu O’nun hakkı” diyerek ve bir ihsan eri edasıyla O’nu görüyor gibi olmanın mehâfet ve mehâbetiyle oturup kalkmaya durur hayret ve hayranlık duyarak; duymalıdır da, zira o bunları görecek, duyacak, seslendirecek kıvamda yaratılmıştır. O, zâhir ve bâtın hasseleriyle yaratılanlar arasında bir farklılığın remzi ve bir teveccühün de işareti gibidir.

O, yaratılışından itibaren sayılamayacak kadar iltifatlar görmüş; meleklere mihrap olmuş; isimler ufkunda Müsemmâ-yı Akdes muhaveresine ermiş, “emanet-i kübrâ”yı yüklenmiş; arzın imarına yürümüş; orada ebediyet düşüncesiyle bir kere daha dirilmiş; ahlak-ı ilahî ile tam tahalluk ederek “safiyyullah” unvan-ı celîlini almış; tabiatının gereği olarak bir kere sürçmüşse de iradesinin hakkını vererek hemen doğruluvermiş; emre itaatte inceliği ilk kavrayan olarak, Rabbine karşı o muvakkat muhalefetini her zaman nedamet hisleriyle hatırlamış ve derinden derine inlemiş; Cennet’ten uzaklaşırken bile oraya dönüş kurallarını elinde sımsıkı tutmuş ve bütün düşme haybeti yaşayan bizler gibi kimselere doğrulup yoluna devam etme örneği olmuştur. Ufkunun karardığı günlerde bile o, Cennet’e, ebedî saadete ve ilahî cemâli temâşâya namzet olduğu ümidini hiç mi hiç yitirmemiştir; yitirmemiş ve elli türlü devrilme ihtimaline rağmen elinden geldiğince ayakta durmaya çalışmış ve hep Rabbine yürümüştür.

Aslında bu, bütün mü’minlerin de kaderi, macerası, mecburi yolu, tabiî güzergahı ve Hak’la münasebetleri çerçevesinde hayat hikayesidir: İnsan, Allah’a inandığı, inanması ölçüsünde O’na saygılı olduğu, nimetlerine karşı şükürle mukabelede bulunduğu takdirde gün gelir başı gökler ötesi âlemlere ulaşır, rûhânîlerle aynı atmosferi paylaşır, istidadı müsaitse gider meleklerle selamlaşır. “Cennetü’l-Me’vâ” der ilerler ve mevsimi gelince yürür “Sidretü’l-Müntehâ”da ikamet eyler…

Bu yazıyı paylaş