Bir haftadır Hocaefendi hakkında benden onun hayatını özetleyecek bir cümle kurmam istenseydi ne derdim diye çok düşündüm. İlk birkaç gün bu cümleyi kurabilmek için zihnime üşüşen ibare ve ifadelerin ağırlığı ve yoğunluğu ile yorgun düştüğümü söyleyebilirim. Neredeyse 30 senemi onun fikirleriyle geçirdim, pek çok tasnif yaptım. Düşüncelerini dinî, sosyal, tarihî ve konjonktürel olmak üzere, farklı bağlamlara yerleştirerek analiz etmeye ve tanımlamaya çalıştım. Son yıllarda ise üzerinde en fazla düşündüğüm nokta, hem onun fikirlerinin hem de vücut verdiği Gönüllüler Hareketi’nin maddî ve ahlakî meşruiyet temellerinin neler olduğu hususu oldu. Hep tek bir cümle ile ifade imkânı aradım durdum.
Bir davanın sıhhati ve meşruiyeti pek çok açıdan test edilebilir; dinî, insanî, vicdanî, tarihî ve toplumsal sağduyu gibi birçok şahitten meşruiyet alıp almadığına bakılabilir. Hizmet Hareketi, bir gönüllüler hareketidir. Bütün bu alanlardan meşruiyet aldığı gibi, uluslararası seviyede milyonlarca insanın vicdanî meşruiyetini de almıştır. Tarihte çok az dinî ve toplumsal hareket böylesi geniş bir meşruiyete sahip olmuştur.
Hocaefendi’nin vasiyeti açılıp sosyal medyada paylaşıldı. Şahsen bu tarihsel belgeyi, onun hayatının ve fikirlerinin; dinî, insanî, ahlakî ve vicdanî bir meşruiyeti olarak görüyorum. Kurucu bir lider olarak hareketin imkânlarını kullanma hususunda ne kadar büyük bir ahlakî tutarlılıkla yaşadığını milyonlara gösterdi.
Tedris halkasında birkaç sene geçirmiş bir insan olarak zaten 30 senedir bu vasiyetnameden haberdar idim. Zaman zaman farklı bağlamlarda içeriğinden söz ediyordu. 50 sene önce birkaç kişiden aldığı küçük meblağlardaki borçlarının ızdırabını hâlâ çekiyordu. Alacak sahiplerini kaç kez aratıp buldurduğunu ve borçlarını ödediğini, yıllar önce tedris halkasındaki arkadaşlar olarak biliyorduk. Avam ifadesiyle, hayatının hesabını iğneden ipliğe, kerrat ile verdiğine de şahit olduk. Herkesin şahitlik edebileceği gibi, zaten bütün hayatı, dinî, ahlakî ve vicdanî bakımdan, son derece hassasiyetle geçmiş bir insan idi.
Bütün bunları bilmeme rağmen vasiyetini okurken birden dizlerimin bağının çözüldüğünü ve o güne kadar hayatım hakkında bu denli derin bir kaygı duymadığımı ifade etmeliyim. Benim için tarih sanki o anda durmuş idi. 80 küsur senelik ömründe, devasa bir harekete manevî önderlik yapmış, etkisi, mesajı ve sinerjisi uluslararası seviyede, farklı coğrafyalarda, milyonlarca insana ulaşmış bir insanın, bu sade hayatı karşısında duyduğum hacâleti ifadeye gücüm yetmez. Oysa hakkında yıllardır neler söylenmedi; milyarlarca dolarlara hükmettiği, Edremit’ten Ayvalık’a uzanan zeytinlikleri olduğu, çiftliklerde sırmalı köşkler içerisinde zevk u sefa içinde yaşadığı ve burada ifade etmekten yüzümün kızardığı ne iftiralar. Bu iftiraları atanlar dahi biliyorlardı ki o ömrünü bir hasır üzerinde geçirmiş idi.
Benim ve milyonlar için artık bu devasa çınarın hayatını özetleyecek tarihî bir belge oldu vasiyeti. Hem onun manevî şahsiyetinin hem de banisi olduğu Hizmet Gönüllüleri Hareketi’nin; dinî, insanî, vicdanî, sosyal ve tarihîmeşruiyetinin ve ahlakî tutarlılığının en büyük şahididir artık bu belge. Bunu, Hizmet gönüllülerinin yüz aklarının bir belgesi olarak da görüyorum.
En yakınlarını Hizmet’in maddî imkânlarından hassasiyetle uzak tutmuş bir dinî liderden, bir kanaat önderinden, milyonların gönlüne oturmuş bir mânâ ve ruh kahramanından geriye, işte bu sade, basit, fakat tarihe şahit, aziz bir belge kaldı. Elbette okullar, milyonlarca gönül ve Hizmet eri, insanlığa adanmış hayatlar ve devasa hizmetler, farklı kültürler arasında atılmış diyalog köprüleri gibi nice tanıklıklar da var. Ancak bu sade belgenin ifade ettiği mânâ; giderek maddileşen, dünyevileşen ve bencilleşen dünyamıza, bütün insanlığın vicdanı ve sağduyusu adına fedâkârâne ve peygamberâne bir hayata çağrı gibidir.
Vasiyeti okuduğumda ilk aklıma gelen, Hazreti Peygamberin (sallallâhu aleyhi ve sellem) vefatı üzerine hanımlarının, Resûl-i Ekrem’in Hayber ve Fedek’teki hisselerinden miraslarını almak için Hazreti Osman’ı (radıyallâhu anh), Hazreti Ebû Bekir’e (radıyallâhu anh) göndermeleri hadisesi ile, ulemanın peygamberlerin vârisleri olduğu rivayetiydi. Rivayetin farklı versiyonları olsa da Buhârî’nin rivayetinde, Hazreti Âişe validemiz (radıyallâhu anha), onlara Resûlullah’ın, “Biz peygamberler miras bırakmayız, bizim bıraktıklarımız sadakadır.”[1] buyurduğunu söyleyince onlar bu isteklerinden vazgeçmişlerdir. Diğer hadisin de pek çok versiyonu olsa da orada âlimlerin peygamberlerin vârisleri olduğu ifade edilmiştir. Buradaki veraseti mutlak olarak alırsak, iş’arî anlamından, gerçek vârislerin onun yalnızca ilim ve irfanının değil; dert, çile, ızdırap, bela, musibet ve mahrumiyetlerinin de vârisi olacağı söylenebilir. Bu belge bize onun çile ve ızdırap dolu hayatının da şahidi olmuştur.
Hazreti Mevlânâ’ya sorarlar, âşığın hâli nasıldır diye; “Yastığı dikenli olanın uykusu nasılsa öyledir.” der. Lise yıllarımda ilk defa bu ibareyi okuyunca, bunu yalnızca edebî bir mazmun ve şairâne bir metafor sanmış idim. Elbette Mevlânâ ve Yunus gibi bağrı yanık dervişlerin hâlini sufi literatüründen az çok biliyor idim, ama Hocaefendi’yi görüp tanıyıncaya kadar bu cümlenin mâsadakını hep tarihte; sekizinci, dokuzuncu yüzyıl derviş sufilerin hayatlarında aramıştım. Bu modern çağda böylesine çileli bir dervişâne hayatın yaşanamayacağını düşünüyordum. Hocaefendi’yi bunun tek istisnası olarak tanıdım.
Hiç kuşkusuz Hocaefendi’nin hâlini ifadede benimkisi ikinci, belki üçüncü dereceden bir tanıklık olacaktır, ama tarihe not düşmek için kendi gözlemlerime dayanarak Hazreti Mevlânâ metaforu ile söylersem, şuna şahitlik edebilirim: Hocaefendi’nin sadece yastığı değil, yatağı ve yorganı da dikenli idi. O, bir ömür boyu böyle dikenli bir yatakta yatmış idi. Sanıyorum, ömür boyu birlikte yürüdüğü yol arkadaşları ağabeylerimiz, yakın akrabaları ve ders halkasında birlikte bulunduğumuz ve benden kendisine çok daha yakın olmuş talebe arkadaşlarımız ile yakın hizmetinde bulunmuş kahraman kardeş ve ağabeylerin tanıklığı bu sözlerimi teyit ve tasdik edecektir.
Hâsıl-ı kelam, bu vasiyet, onun çile, ızdırap, dert ve insanlık adına çektiği derin kaygılarla dolu hayatının en büyük şahididir. Ruhun şâd, toprağın ıtırnâk, mekânın riyâdu’l-cennet, makamın âlî, hatıran hayalimizde aziz olsun büyük ruh, büyük insan, büyük üstad, büyük mürşit! Bir kere daha bütün dava arkadaşları, yakın akrabaları, Hizmet gönüllüleri, ilmi ve irfanı ile yaydığı manevî sinerjiden etkilenmiş dost ve sevenlerinin başı sağ olsun.
Dipnot
[1] Buhârî, Megâzi, 14, 38; Ferâʾiz, 3, İ’tisâm, 5.