Risale-i Nur Külliyatı’na giriş olarak Tabiat Risalesi’ni 1973 yılında tanımamdan bir müddet sonra, sahası olmadığı hâlde, biyoloji ve jeoloji ile alâkalı bir mevzudaki konferansını, 1975 yılında, İzmir’de çok kalabalık bir topluluğa sunmasıyla tanıdım muhterem Hocaefendi’yi.
1970–1980 arasında ülkenin sağ-sol olarak ikiye bölündüğü, her gün 20–25 kişinin çatışmalarda öldüğü bir dönemde, Hocaefendi’nin Ege Üniversitesine yakın konumdaki Bornova Merkez Camiinde vaiz olarak vazife yapması, kaderin bir cilvesi veya bir dönüm noktasıdır. 1966–1971 arasında İzmir Kestanepazarı Kur’ân Kursundaki imam-hatip talebelerinin yetiştirilmesi gayretinin ardından, kısa bir müddet Edremit ve Manisa’daki vaizliği sonrası Bornova’ya tayin edilmesi, üniversite gençliğinin Hocaefendi’yi tanıması adına çok önemli bir fırsattır.
Taklidî imanlarıyla sadece cuma namazına gelen üniversite öğrencileri arasında Hocaefendi’nin kısa sürede duyulmasının ve gençliğin camiye çekilmesinin en önemli sebebi, cuma vaazlarında ve akşam ile yatsı arasında, sorulan sorulara verilen doyurucu ve şüpheleri izale edici cevaplardır. Bornova Merkez Camiindeki bu dönemin en önemli özelliği, ortaokul ve liseden inanç zafiyeti veya iman boşluğu içinde üniversiteye gelmiş gençliğin, materyalist ideolojiler karşısında zayıf kalmalarının hâsıl ettiği aşağılık kompleksiyle malûl durumda olmalarıydı. Ortaokuldaki fizik dersinde, “Yağmuru Allah mı yağdırır, yoksa tabiat kuvvetleri mi?” tartışması sonunda “yobaz”, “gerici” ve “bilim düşmanı” gibi sıfatlarla beni yaftalayan fizik hocasının aşağılamasına mârûz kalmanın ezikliğini asla unutamam. Üniversiteye gelince de okuduğumuz bütün derslerde, açık veya gizli bir şekilde, devamlı olarak bilimsellik adı altında, evrim üzerinden materyalist ve ateist yorumlarla zihnimizin bulandığı ve çıkış aradığımız bir dönemde, Hocaefendi’nin cami kürsüsünde, Risale-i Nur Külliyatı’ndan sinelerimize ilaç gibi sunduğu iman hakikatleri ile taklidî imandan, tahkikî imana geçilme süreci başlamıştı.
Rönesansla birlikte Batı’daki bilim insanlarının Kilise’de bulamadıkları hakikatleri, doğrudan kâinat kitabına yönelerek araştırma adına, deney ve gözlem eksenli yeni bir bilim anlayışına girilmesinin getirdiği dine karşı sergilenen soğuk tavır, bilim ve din çatışmasının başlıca sebebiydi. Mevcut Kitâb-ı Mukaddes’in içindeki bilgilerin, astronomik, jeolojik ve biyolojik gerçeklerle uyumsuzluğu, Batılı bilim insanlarının dinden soğuması ve bazılarının dine karşı hasmâne bir tavır almaları, materyalizmin ve pozitivizmin ekmeğine yağ sürmüştü. Doğrudan kâinat kitabına yönelmenin getirdiği bilim ve teknolojik üstünlük karşısında, bunun sebebini tahlil edemeyen İslam dünyasının girdiği eziklik ve teknolojik zafiyet, Tanzimat ve Meşrutiyet döneminde, tam aksi bir tepki olarak, “Batı dini terk etti, bilimle yüksek bir medeniyete ulaştı, biz de yükselmek istiyorsak dini terk edelim.” inhirafına veya düşünce kaymasına dönüşmüştü.
Hâlbuki bizim kitabımızdaki altı bin küsur âyetin üçte biri, yani iki bin kadar âyet, tamamen bilimin ilgi alanı olan varlık kitabından bahsetmekteydi. Ancak bundan habersiz kitleler, Kur’ân-ı Kerim’i sadece mezarlıkta ölülere okumakta, onun da mânâsını bilmemekteydi. Hocaefendi, Risale-i Nur’dan da istifade ederek tevhit başta olmak üzere haşir ve kader gibi iman hakikatlerini ispat adına fizik, biyoloji ve matematik gibi bilimleri kullanarak bu aşağılık kompleksimizi sonlandırdı. Kur’ân-ı Kerim ve Efendimizin hadis-i şeriflerindeki hakikatlerin kâinat kitabıyla mutabakat içinde olduğunu, din ile bilimin çatışmadığını, bilakis bir madalyonun iki yüzü gibi olduklarını, Bediüzzaman’ın, “Vicdanın ziyası dinî ilimler, aklın nuru medeniyetin getirdiği bilimlerdir, ikisinin birbiriyle evlenmesi insanlığın ufkunu açar, bunlardan birinde ifrat veya tefrit olursa taassup veya inkâr ortaya çıkar.” mealindeki ifadeleriyle ortaya konulan anlayış, arayış içindeki gençlik için bir hayat iksiri olmuştur.
Ancak bütün bu hakikatleri sadece üç-dört bin kişilik bir cami cemaati dinliyor, kasete alınan vaazlar da İzmir’e yakın şehirlerdeki sınırlı sayıda insana ulaşabiliyordu. Allah, kâinat ve insan denklemine Kur’ân-ı Kerim’in nurunun girmesi, bilimin ve kâinat kitabının beraber okunmasına ve iman hakikatlerinin kalblerde yerleşmesine vesile oluyordu. Fakat Milli Eğitim’in okullarında belki 20 milyon gencin büyük kısmı fen bilimleri adı altında materyalist ve pozitivist bir eğitim alırken, ağır ağır ateizme kayıyordu. Bunun önüne geçmek için bu iman hakikatlerinin, Risale-i Nur’daki bakış açısıyla, “eserden müessire, nakıştan Nakkâş’a, sanattan Sanatkâr’a gidecek şekilde” bir anlatımla ve hususî bir üslupla hazırlanmış bir dergi ihtiyacının hissedilmesi ile birlikte Sızıntı’nın yayımlanmasına karar verildi.
Hizmet Hareketi’nin ilk resmî yayın organı olan Sızıntı, bir mânâda Risale-i Nur Külliyatı’nın günümüze göre şerhi olarak görüldü. Zaten Risaleler de Kur’ân tefsiri olduğuna göre, Sızıntı da bizim zihnimize, gelecekteki bir tefsirin prototipi veya modeli olarak yerleşti.
Hocaefendi bir muallim olarak, yazıların nasıl yazılacağını, mesajların nasıl girileceğini, iman hakikatlerinden bahsedilirken nasıl bir üslup takip edilmesi gerektiğini, laiklik adı altında Demokles’in kılıcı gibi duran Türk Ceza Kanunu’nun 163. maddesine takılmamak için hangi hususlara dikkat edilmesi gerektiğini, bizzat yazı heyetlerine katılarak, makaleleri satır satır okuyup ilaveler ve çıkarmalar yaparak, daha önce yazarlık tecrübesi olmayan bir kadroyu beş-altı sene boyunca eğitmiştir.
Sızıntı’nın bir okul ve eğitim platformu gibi çalışan yazı heyetlerinde, yazılar yazıldıkça, heyetin birikimi arttıkça, sorular da artmaya başladı ve Hocaefendi bu konuda bilim-din eksenli çok ufuk açıcı sohbetler yaparak kâinat kitabının okunmasının temel esasları hakkında derginin istikametini belirlemeye başladı. Allah’ın isimlerinin varlıklardaki tezahürüne dair hakikatlerin nasıl dile getirileceğini, ilim, kudret, hikmet ve rahmet boyutlarının, muhataplarda tepki meydana getirmeden, merak uyandıran sorular hâlinde nasıl ifade edilebileceğini, bizzat tashihler yaparak gösterdi.
Varlıklardaki düzen, sistem, âhenk, mükemmellik ve organizasyon gibi yönleri öne çıkarmayı, “yapılmış, çalıştırılmış, düzenlenmiş” gibi edilgen fiiller kullanarak “yapanı, çalıştıranı ve düzenleyeni” nazara vermeyi, mesajları yama gibi sona yapıştırmadan metnin uygun yerlerine yerleştirmeyi örneklerle gösterdi.
Neticede 44 yıllık dergicilik hayatında, kâinat kitabının nasıl okunması gerektiği konusunda temeller atılmış oldu. Ayrıca çağını çok iyi okuyup geleceğe dair hedefler belirledi. 2001 yılında İnsan Genom Projesi açıklanırken, geleceğin biyoloji çağı olacağından, kanser ve Alzheimer gibi hastalıkların tedavisinde genom üzerinde durulacağından, gen tedavisi, immün sistem, doku kültürü gibi konulardan bahsederken bizlere ufuk gösteriyordu. Yaprak dökmeyen ağaçlardan saç dökülmesini önlemek, uzun yaşayan ağaçlardan insan ömrünü uzatmak üzere moleküller elde edilebileceğine dair hedefleri koyarken hep Allah’ın kâinat kitabı ile Kur’ân ve insan arasındaki mükemmel denklemlerdeki sırların araştırılmasına dair ipuçları verdi.
Kur’ân-ı Kerim’deki âyetlerin icat ve keşiflere ışık tutacak şekilde yorumlanması sırasında, dikkat edilecek hususları ifade etti. Özellikle, yeni bir buluş ortaya çıktığında, titiz bir ilmî araştırma yapmadan, “Bu da Kur’ân’da var.” şeklinde sathî yaklaşımlarda bulunulmaması gerektiğini vurguladı. Bu tür konularda, farklı bakış açılarına açık, alternatifli yorumların yapılmasını tavsiye etti. Özellikle sağlıkla ilgili hadislerin yorumlanmasında, hadislerin sıhhat derecesine dikkat edilmesinin ve öncelikle bilimsel çalışmalar yapılmasının gereğine dikkat çekti.
Maalesef Hocamız artık aramızda yok, ama o, temel prensipleri belirleyerek, Allah’a (celle celâluhu), Kur’ân-ı Kerim’e ve Efendimize (sallallâhu aleyhi ve sellem) saygıyı zihinlerimize kazıyarak, değişmez İlahî beyan ile her gün değişen bilimin verilerinin nasıl telif edilebileceğini nakış nakış işleyerek aramızdan ayrıldı. Dolayısıyla herhangi bir boşluk bırakmadan vazifesini tamamladı. Artık onun bıraktığı bu mirası geliştirme, Mehmet Âkif’in ifadesiyle, “İslam’ı asrın idrakine söyletme” hedefini yeni nesillere aktarmak bizlere düşüyor. Rabbim böyle mübarek bir davayı bizlere emanet ederek giden Hocamızı Cennet ve Cemâlullah ile şerefyâb, bizi de bu emanete sahip çıkmada sabit kadem eylesin.