Emile Zola, Dreyfus davasında dönemin Fransa Cumhurbaşkanı Félix Faure’a hitaben 13 Ocak 1898’de “Suçluyorum” başlığı ile bir yazı yayımlar. Dünya hukuk ve edebiyat tarihinde önemli bir yere sahip olan bu yazının neşrinden sonra eşine yazdığı mektup, günümüz insanının susadığı “güce esir olmayan cesaretin” güzel bir örneğidir: “Bu problem çoktandır beynimi, yüreğimi kurcalayıp duruyordu. Uyuyamıyordum. ‘Bana ne!’ deyip susmayı alçaklık buluyordum. Bundan böyle başıma gelebilecek şeyler hiç umurumda değil. Yeterince güçlüyüm ve bu haksızlığa meydan okuyorum.”
Zola, kararını vermiştir; susmayacaktır. Siyasallaşan hukuku, orduyu ve medyayı arkasına alıp aşırı milliyetçi söylemlerle halkı uyutan idarecilere ve ırkçılara karşı bir mücadeleye girişecektir. Kaleminin namusunu güç sahiplerine peşkeş çekmiş olanların entelektüel ahlâksızlığına, susarak zulme destek veren dilsiz şeytanların çokluğuna, hakikate gözlerini kapatarak adaleti katleden güruha destek veren bakar körlerin oluşturduğu karanlığa rağmen milim oynamaz durduğu yerden ve: “Onlar hiçbir şeyden çekinmediklerine göre ben de her şeyi göze alıyorum. Gerçeği söyleyeceğim. Çünkü davayı ele alan mahkeme gerçeği tam anlamıyla ve eksiksiz olarak ortaya çıkarmazsa onu söylemeye söz verdim. Konuşmak görevimdir ve suç ortağı olmak istemiyorum. Yoksa gecelerim, uzakta, işlemediği bir suçtan ötürü işkencelerin en korkuncunu çeken suçsuz bir insanın görüntüsünden kurtulamaz…” diyerek başlar tarihi mektubuna.
O, entelektüel cesaretini haksızlığı yapan devlete karşı gösterdiğinde; devlete çöreklenmiş çete bütün güçleriyle taarruza geçmiş, medyasından bürokrasisine oradan istihbaratına, emniyet ve ordusuna kadar elinde kaleminden başka silahı olmayan bu hakperest insana karşı hep birlikte yükleniyorlardı.
Vicdanlı bir insanın yapacağı en önemli mücadele hakkı tutup kaldırmaktı… O, yüreğinin sesini, bulunduğu konumun hakkını verme adına adaletin tecellisi için kullanmış ve susmamış; adalet için kavga verenlere güç, böyle insanlara hasret kalmış olanlara ümit olmuştu. Sessiz kalsaydı “baca zehirlenmesi” süsü verilen cinayete kurban gitmeyecek ve belki birkaç yıl daha yaşayacaktı. Sonra ne olacaktı ki? Ömrünün kalan kısmını müreffeh geçirecek ama vicdanının demirden tırnakları her gün her saat ciğerini kanatacaktı. O, mazlumdan yana tavır koyarken ruhunu tercih etmiş ve onu özgürleştirmişti. Bir fikri ve kanaati vardı: Devlet eliyle adalet yok ediliyordu ve suçsuz bir insan devlet putuna kurban edilmek üzereydi. Buna sessiz kalamazdı.
Dreyfus davasındaki çıkışı ve gelişen olaylar takip edildiğinde, iktidardaki menfaat şebekesinin onu susturma adına gerek güç gerekse diyaloğu(!) kullanarak nasıl mücadele ettikleri açıkça görülür. Ama ellerindeki güç ve imkânlar, zulüm vadisinde gerçeği haykıran çığlığın, toplum vicdanındaki yankısına engel olamadı.
Zor olana talip olan Zola’nın bu çıkışı, siyasetin bekçisi hâline gelmiş yargı sistemini ve bu sistemi demir sopa gibi kullanan iktidar sahiplerini o kadar rahatsız etmişti ki derhâl ve ivedilikle bu sesi susturma kararı aldılar. Millî ve dinî duyguları kullanarak Zola’yı önce toplum nezdinde hain ilan ettiler. Daha sonra da hem onu hem sevenlerini mahkeme ile korkuttular. Zindanları, giyotinleri işaret ettiler. Kadim bir taktikti; din ve milliyetçilik maskesi takıp öyle yürüdüler “adalet” diyenlerin üzerine… Bundan sonra da ordunun haysiyeti söz konusu edilir ve ordu yetkilileri Zola’yı mahkeme önüne çıkarmak isterler. Bir yandan da zıt görüşlerin politikacıları arasında gazetelerde karşılıklı yazılar yayımlanır.
Muhaliflerini korkutarak sindirmek zalimin genetiğinde vardı. İşte bu mücadele metodu onların en tesirli silahları olsa da en zayıf yönleriydi de. Korkuyla susturarak iş gören tiranların en çok çekindikleri, korkusuzca hakikati haykıran seslerin sahipleridir. Adalet diye haykıran en cılız ses bile yüreklerine korku salan kıyamet çığlığı gibidir. Fransa’da da böyle oldu. Zola kalemini kuşandı ve hak-hukuk cephesinden hücuma geçti. Tek motivasyonu durduğu yerin meşruluğu, savunduğu insanın masumiyetiydi. Karşısındaki gücün büyüklüğünün bir önemi yoktu onun için. Gerçek büyüklük vicdanlarda yaşatılan hak aşkı ve doğru için yaşama azmiydi.
Kötülük imparatorluğunun karşısına dikilen iyiliğin kazanması için iyilerin en iyi şekilde organize olması gerekiyordu. Bunun için de yüreğinde insanlığı yaşatan cesurların, suskunlar vadisine var güçleriyle haykırması icap ediyordu. Emile Zola bunu yaptı… Önündeki karanlık vadinin gulyabanileri onu korkutamadı. Suskunların ödlekliği dilini bağlayamadı. Edebiyatın yüksek kulesine çıkarak, tek başına herkesin duyacağı şekilde haykırdı. “İtham ediyorum…”
Bu tarihî yazısına, uyardıklarının cevabı gecikmedi. Boyunlarına kement taktıkları yargı mensuplarına, alelacele hükümete hakaret suçundan(!) önce ağır para cezası, ardından da hapis cezası verdirttiler. Kötülük imparatorluğunun küflerinden beslenen insan bozmalarının şiarıydı bu… Hakikati haykıran aslanları çakallara boğdurtmak… Ancak aldığı bu ceza Zola’yı yıldırmadı, azminden vazgeçirmedi, hedefinden bir adım geri attıramadı.
Zola kimi suçluyordu? Neyi ne ile itham ediyordu? Bunun neticesinde başına hangi gailelerin açılacağını çok iyi biliyordu ama ruhunu şeytana, kalemini muktedirlere satmayan bu adalet kahramanı sesini yutmadı. Adalet adına bir çığlık kopardı ve korkutmaktan beslenen, devletin gücünü kullanarak güçlü görünen korkaklar topluluğunun ödünü kopardı.
“Suçluyorum”un yayımlanmasından sonra kışkırtılmış kalabalıklarda Zola’ya karşı, taraflı basının da etkisiyle, büyük bir düşmanlık baş gösterir. Kitapları meydanlarda yakılır “Kahrolsun Zola!” çığlıkları Paris’in sokaklarında yankılanır. Fakat sadece olumsuz tepkiler yoktur. Zola’nın ardından, gerçekten ve adaletten yana olan ressam Monet’den romancı Anatole France’a kadar birçok aydın seslerini yükseltmeye başlarlar.
“Bir hakikat danesi, yalan ve zulümden müteşekkil ot yığını bir harmanı yakıp kül etmeye yetecek” ve Zola’nın her bir cümlesi zalimlerin saray surlarını yerle bir eden top güllesine dönüşecekti. Bu değil midir hakiki insanlık? Allah’ın verdiklerini Allah’ın kullarına yapılan zulmü engellemede kullanmak. Allah ona “kalem” vermişti ve o da bu kalemin hakkını…
Emile Zola’nın çıkışı güçten zehirlenmiş tiranları dize getirdi. Adaletin ayağındaki siyaset prangalarını ve boynundaki menfaat çetesinin kemendini çözdü. O, yargı mensuplarına cesaret aşılamış, İbn-i Rüşd’ün yüzyıllar önce söylediği “Fikirlerin kanatları vardır, kimse insanlara ulaşmasını engelleyemez…” hakikatini yaşayarak haykırmış, fikrin iffetini muhafaza etmiş ve bunu da canıyla ödemiş, ama cesaretiyle fikirlerine taktığı kanatlar sayesinde hakikatin insanlara ulaşmasını sağlamıştı. Evet o, “Bundan böyle başıma gelebilecek şeyler hiç umurumda değil. Yeterince güçlüyüm ve bu haksızlığa meydan okuyorum!” derken başına gelecekleri sezmişti. 27 Eylül 1902 tarihinde, Zola ve eşi şömineyi yakıp uyurlar. Ertesi gün, karbon monoksit zehirlenmesiyle kendisi ölü bulunurken komaya giren eşi kurtarılır.[1]
Artık halk ve aydınlar kesin çizgilerle ikiye bölünmüştü. İnsanlar ya Dreyfusçu yahut değil; ya Zola’yı destekliyor ya da ona karşı çıkıyordu. Olayın çözülmesinden sonra bile ateşli tartışmalar devam etmiş, günümüzde de devam etmektedir. Bir edebiyatçı ve ülkenin medar-ı iftiharı olan Zola, devleti yönetenlerin kararlarına ve politikalarına müdahil olmalı mıydı yoksa sadece sanatına mı odaklanmalıydı? Devleti kendi çıkarları için kullanan çetenin açık zulmüne sessiz kalarak dolaylı destek mi vermeliydi, yoksa on binlerce seveninin hissiyatına tercüman olup yalnızca bir sanatçı olarak değil, insan Emile Zola olarak güçlüye karşı zayıfın yanında mı durmalıydı? O, insanlığı seçti ve tercihini onurdan yana kullandı.
Zola, açık ve cesaretli cümleleriyle kamuoyunu insan hakları için mücadeleye davet etmiş ve başarılı olmuştur. Beyanın gücünü adaletin tecellisi için kullanmış, insanlığını ve şerefini düşünerek, zulmün karanlığından korkmamış, kaleminin ışığını söndürmemiştir. Sergilediği aydın duruşu ve insandan yana tavır, Zola’yı tarihe bir şeref levhası olarak kaydetmiştir.
Susmayanlara susamış, entelektüel yokluğun çöllerinde bir damla cesarete hasret yürekler; zulmün çoraklaştırdığı topraklarda da hakikatin korkusuzca haykırılmasını bekliyor. “Adalet” diyen seslerin zulmü sağır edeceğine dair ümidimizi koruyor, temennilerimizi diri tutuyoruz. Vicdanları körelmemiş, şefkat ve adalet duygularını henüz yitirmemiş hukuk insanlarının da artarak yükselen bu seslere cevap vereceği günü bekliyoruz.
Dipnot