Dreyfus Davası

Hukuk tarihinde bazı davalar vardır ki bunlar sadece davanın taraflarını değil; toplumu, hatta insanlığı etkileyecek neticeler doğurmuştur. Engizisyon yargılamaları, Hitler ve taraftarlarının yargılandığı Nürnberg Mahkemeleri bu cümledendir.

Konumuza misal teşkil edecek önemli bir yargılama örneği de Dreyfus Davası’dır. Fransa Mahkemeleri’nde Dreyfus’un yargılanma süreci, sadece Fransa’da değil bütün dünyada yankı bulmuş, özellikle Fransa’da hukukî, içtimaî, askerî ve idarî tesirleri olmuştur.

Dreyfus Davası’nın sadece görüldüğü yıllarda (1894–1906) değil sonrasında da konuşuluyor olmasının temel sebeplerinden birisi, yargının siyasallaşması ve o dönemdeki yazar ve düşünürlerin ikiye bölünmesidir.

1894 yılının Eylül ayının başlarında, Albay Jean Sandherr’in görev yaptığı Fransız askerî karşı istihbarat teşkilatı, Paris’teki Alman Askerî Ataşesi Max von Schwartzkoppen’in kâğıt sepetinde, gizli belgelerin gönderildiğini bildiren ve içinde hesap dökümü bulunan bir mektup bulur. Mektup 120’lik topların hidrolik freni ve sahra toplarının bir manivelasıyla ilgilidir. Mektuptaki yazı, orduda yüzbaşı olarak görev yapan, Yahudi asıllı Alfred Dreyfus’un el yazısına benzetilir. Dreyfus, Fransa’nın askerî sırlarını Almanya’ya satmakla suçlanır ve 15 Ekim 1894 tarihinde vatana ihanetten tutuklanır.

Yüzbaşı Dreyfus’un casus olduğu dedikodusu Genel Kurmaydan basına sızdırılır. Irkçı gazeteler La Libre Parole ve La Croix, Yahudi subay Dreyfus’un casuslukla suçlandığını duyurur. Ancak yazının Dreyfus’a ait olduğunun ispatlanması kolay değildir. Görevlendirilen bilirkişi, nottaki yazının sanığın el yazısına hiç benzemediğini söyleyince, istenen cevabı verecek yeni uzmanlar bulunur! Ön yargıyla hazırlatılan raporlara dayanılarak, Dreyfus’a karşı vatana ihanet suçlamasıyla dava açılır. Bu raporların suçlunun cezasını çekmesine yetmeyeceğini düşünen Albay Sandherr, Dreyfus’un suç dosyasını kabartmak için düzmece belgeler hazırlatır. Binbaşı Hubert-Joseph Henry, sanığın yazısını taklit eder; Binbaşı Armand du Paty de Clam da bunları açıklayıcı bilgilerle donatır. Savaş Bakanlığı bu dosyayı gizli damgasıyla askerî mahkemeye ulaştırır. Savcı iddianameyi bazı varsayımlara dayandırır: “Dikkat çekecek kadar güçlü bir belleğe sahip olması”, “fazla kültürlü olması”, “çok iyi Almanca bilmesi” gibi vasıfları sebebiyle Dreyfus casusluk yapabilecek bir kişi olarak tasvir edilir.

Kapalı oturumlarla sürdürülen hızlı bir yargılama sonunda, Dreyfus vatana ihanet suçundan mahkûm olur. Ömür boyu hapis cezasını çekmek üzere Şeytan Adası’na yollanır. Ancak daha önce bir muhafız, halkın önünde, hainin üniformasındaki apoletleri ve düğmeleri söker; kılıcını kırar. Halk bu aşağılama törenini “Yahudilere ölüm”, “haine ölüm”, “kahrolsun Yuda” sloganları atarak izler. Dreyfus, Şubat 1898’de, Şeytan Adası’na gönderilmek üzere gemiye binerken de taşkınlıklar sürer.[1]

Dreyfus suçsuz olduğunu ileri sürse de kimseyi buna inandıramaz. Yargı alabildiğine siyasallaşmış ve muktedirlerin elinde bir sopaya dönüşmüştür. O günün Fransız idarecilerinin toplumu, dış düşman (başta Almanya) ve onların Fransa’daki işbirlikçileri propagandası ile manipüle etmesi, yargı sistemini felç etmiş ve idarecilerin zulüm aracına dönüştürmüştür.

Dreyfus Davası, Fransa devlet tarihi açısından önemli bir zaman diliminde görülmüştür. 1888’de çıkan savaşta, Fransa; Almanya’ya karşı ciddi kayıplar vermiştir. O gün devleti idare edenler, bu yenilgiden kendilerinin değil casusların sorumlu olduğu propagandasına başlamış ve Yüzbaşı Dreyfus’a “vatana ihanet” iftirası atıp casuslukla itham ederek işin içinden sıyrılmaya çalışmışlardır.

Medyanın gücünü ve Fransız askeriyesini arkasına alan o günün devlet yöneticileri, anti-Semitizmi de köpürterek yenilgilerini perdelemek ve kamuoyu desteğini yitirmemek için bir gruba “ihanet” iftirası atmış ve Dreyfus’u o grubun sembolü haline getirerek yargılamıştır.

Alfred’in kardeşi Mathieu, kardeşinin suçsuz olduğuna ve ağabeyinin sırf siyasi sebeplerle mahkûm edildiğine inanmaktadır ve davanın peşini bırakmaz. Kendisine genç bir Yahudi gazeteci olan Bernard Lazare yardım eder ve mesele medyada tartışılmaya başlanır.

Davanın seyrini değiştiren ve yeniden görülmesine sebep olan kişi, 1896’da Fransız askerî istihbarat teşkilatının başına geçen Yarbay Georges Picquart’dir. Picquart, Alman Askerî Ataşesinin çöp kutusunda bulunan yeni bir belgeden yola çıkarak Binbaşı Ferdinand Walsin Esterhazy’nin casus olabileceğinden kuşkulanır. Yaptırdığı soruşturma sonunda, Esterhazy’nın Alman Elçiliği’ne gidip geldiğini ve borç içinde yüzdüğünü öğrenir. El yazısını Dreyfus’u mahkûm eden belgedekiyle karşılaştırır. Gizli dosyadaki evrakın sahte olduğunu anlayınca da üstlerini uyarır, ancak kimse ona kulak asmaz. Hatta Tümgeneral Charles-Arthur Gonse, bildiklerini kimseye anlatmamasını söyler. Bir Yahudi’nin mahkûm olması onu ilgilendirmemelidir! İstihbarat müdürü, Dreyfus’un masum olduğunu anlar ve bu sırrı mezara kadar taşımayacağını söyleyerek mektubun bir kopyasını avukatına gönderir. Avukatı da mektubu senato başkanı Auguste Scheurer-Kestner’e ulaştırır. Senato başkanı, Dreyfus’un masum olduğuna inanır ve 14 Temmuz 1897’de düşüncelerini senatoda açıklar. Fransız aydınlarının da araya girmesiyle yargılanmanın yenilenmesi için ciddi gayret sarf edilir, ancak siyasilerin ve askerlerin baskısıyla yargılanma yenilenmez. Bu arada (gerçek casus) Esterhazy kendi isteğiyle mahkemeye çıkar ve beraat eder.[2]

Tam bu noktada Émile Zola devreye girer. Senato başkanı, 14 Temmuz’daki konuşmasından sonra Émile Zola ile buluşur. Zola, başkanın elindeki çok gizli belgeleri inceler. Dreyfus gerçekten suçsuzdur. Bir entelektüel olarak kararını verir; ne olursa olsun susmayacaktır. Siyasallaşan yargıya, orduyu ve medyayı arkasına alıp aşırı milliyetçi söylemlerle halkı uyutan idarecilere ve ırkçılara karşı bir mücadeleye girişecektir.

Eşine yazdığı mektup, tarihin sayfalarına entelektüel cesaretin örneği olarak geçecektir: “Bu problem çoktandır beynimi, yüreğimi kurcalayıp duruyordu. Uyuyamıyordum. Bana ne deyip susmayı alçaklık buluyordum. Bundan böyle başıma gelebilecek şeyler hiç umurumda değil. Yeterince güçlüyüm ve bu haksızlığa meydan okuyorum.”

Dediği gibi de yapacaktır Émile Zola. 13 Ocak 1898’de L’Aurore (Şafak) gazetesinde, Fransız Cumhurbaşkanı Félix Faure’ye hitaben, “Suçluyorum” başlıklı bir açık mektup yazar. Bu mektuptan sonra Dreyfus Davası ülke sınırlarını aşar ve uluslararası bir şöhrete kavuşur.

Émile Zola mektubunda Dreyfus Davası’nı özetler. Tarihî mektubun en can alıcı yeri şu kısmıdır:

“Yalın gerçek budur, Sayın Başkan ve bu tüyler ürpertici gerçek başkanlığınız için bir leke olarak kalacaktır. Bu davada hiçbir yetkinizin bulunmadığı, sizin çevrenizin ve anayasanın tutsağı olduğunuz kanısında değilim. Hiç değilse bir insanlık ödeviniz vardır: Bunu düşünecek ve yerine getireceksiniz. Bu davanın zaferle sonuçlanacağından asla kuşkum yok. Şimdi daha büyük bir kesinlikle yineliyorum: Gerçek yürüyor ve onu hiçbir şey durduramayacaktır. Herkesin aldığı durum bugün açıkça belli olduğuna göre, dava ancak bugün başlamıştır: Bir yanda gerçeğin gün ışığına çıkmasını istemeyen suçlular, öte yanda her şeyin aydınlanması için hayatlarını vermeye hazır adalet severler… Daha önce söyledim, yine söylüyorum: Gerçeği yeraltına kapatırsanız birikim oluşur ve gerçek bir yerde öylesine bir patlama gücü kazanır ki patladığı gün, kendisiyle birlikte pek çok şeyi havaya uçurur. Bu tavırla ilerisi için yıkımların en gürültülüsünün hazırlanıp hazırlanmadığını herkes görecektir.”[3]

1898 yılında, Fransız istihbarat teşkilatının teknik elemanı Cuignet, Dreyfus aleyhindeki tek delil olan belgenin sahte olduğunu ortaya çıkarır. Bunun üzerine Dreyfus’u ihbar eden Binbaşı Henry, gerçekleri açıklayıp intihar eder. Bu gelişmeler karşısında hükümet davanın yeniden görülmesi için Yargıtay’ı görevlendirir. Alınan bu karardan ordu son derece rahatsız olur. Yargıtay 1899’da, Dreyfus’un askerî mahkemece yeniden yargılanmasını kararlaştırır. Yeniden yargılanan Dreyfus tekrar suçlu bulunur, fakat bu sefer hafifletici sebeplerle daha az bir ceza verilir. Mahkeme, Fransız Ordusu’nun baskısıyla, mutedil bir siyasî karar vermiştir. Cumhurbaşkanı, karardan 10 gün sonra Dreyfus’u affeder. Ancak bu af, Dreyfus’un suçsuzluğunun ispatı anlamına gelmez, zaten haklarını geri alamaz ve tartışmalar da son bulmaz.

Zola’nın mektubu Fransa’da büyük bir yankı uyandırır. Mektubun neşredilmesi ve Dreyfus’un ikinci kez yargılanması Fransa’yı ikiye böler. Adalet ve gerçeği isteyen Dreyfuscular (solcular) ile ordunun şerefini her şeyden üstün tutan Dreyfus karşıtları (sağcılar) arasında çatışmalar yaşanır.

Émile Zola, adaletsizliğe karşı çıkışını hayatı ile öder. Belki de “Bundan böyle başıma gelebilecek şeyler hiç umurumda değil. Yeterince güçlüyüm ve bu haksızlığa meydan okuyorum.” derken başına gelecekleri sezmiştir. 27 Eylül 1902 tarihinde, Zola ve eşi şömineyi yakıp uyurlar. Ertesi gün, karbon monoksit zehirlenmesiyle kendisi ölü bulunurken komaya giren eşi kurtarılır.

Yapılan soruşturma baştan savmadır. Olay, talihsiz bir kaza olarak kayıtlara geçer. Zola karşıtı bir yayın organı olarak bilinen La Libre Parole gazetesinin daha ilk günden attığı manşet, Zola’nın öldürüldüğüne dair kanaatleri pekiştirir: “Sıradan bir olay: Zola dumandan boğularak öldü.”

Zola’nın ölümünden 20 yıl sonra, eczacı Pierre Hacquin, ilginç bir ayrıntıdan bahseder. Baca temizleyicisi Henri Buronfosse, Hacquin’e, 25 Eylül 1902’de, Zola’nın oturduğu evin bacasını tıkadığını ve 29 Eylül sabahı izleri sildiğini söylemiştir.

Dreyfus üçüncü kez yargılanır ve bu kez beraat eder (1906). Binbaşı rütbesiyle orduya geri döner. Çektiği çilelere karşılık kendisine Şeref Nişanı verilir. I. Dünya Savaşı’na katılır ve 1935’te ölür.

Mahkemeler Dreyfus’u suçsuz bulmuştur, ama Fransız askeriyesinin Dreyfus’u suçsuz ilan etmesi 1995 yılında, özür dilemesi ise 1997 yılında gerçekleşir. Aradan neredeyse 100 yıl geçtikten sonra, Fransa gibi bir Avrupa ülkesi bu utancı üzerinden atar.

Fransa, tarihindeki bu utanç tablosu ile yüzleşip hatasını kabul etmişse bunu adaleti esas tutan Yarbay Georges Picquart’a ve tarihte eşine az rastlanan bir entelektüel duruş sergileyen Émile Zola’ya borçludur.

Bugün Türkiye’de on binlerce masum insan, atılan bir iftira ile terör suçundan yargılanmakta. Bakalım bu topraklar bir Picquart, bir Zola çıkarabilecek mi?

 

Dipnotlar

 

[1] Gül Tekay Baysan, (2002). “Dreyfus davası: Gerçek ve adalet savaşçısı Zola”, Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, 19/1, s. 182.

[2] www.mevzuedebiyat.com/dreyfus-davasi-ve-sonuclari/

[3] Émile Zola, Suçluyorum, Çev. Tahsin Yücel, İstanbul: Can Yayınları, 2014.

Bu yazıyı paylaş