Eski düşünce kendini yenileyememenin kurbanı oldu; yenisi ise, tepkilerle, fantezilerle kendi kendini yiyip bitirdi. Her iki düşüncenin de kendi içinde bazı tutarlı yanları olduğu muhakkak; ama hep karşı karşıya ve çekişmeli olduklarından birbirlerini nakzetmenin yanında, toplum hayatında da sürekli buhranlara sebebiyet verdiler. Eski düşünce, toplumun temel dinamiklerinden, örf, âdet ve geleneklerine kadar hemen her meselede bütün bütün dışa kapanarak her şeyi kendi içinde aradı, kendi doğrularına dayandı ve bunların dışındakilere hakk-ı hayat tanımadı.. hatta bazı durumlarda o, hemen her yeniliğe karşı çıktı.. zamanın yorumlarını görmezlikten geldi.. aklın hikmet-i vücudunu kavrayamadı.. çağı kendi muhtevası ve mânâ basamağı itibarıyla değerlendiremedi.. derken, bir zamanzede olarak asrına yenik düştü ki; bu da, lakayt, lâubâli, fütursuz, endişesiz o toy Faust’un Mefisto’ya bir kere daha mağlup olması demekti.
Doludizgin eski düşüncenin yerini almaya yürüyen yeni anlayış ise, geçmişe ait her şeyi düşman ilan ederek dünya görüşünü ve hayat felsefesini kinler, nefretler üzerine kurdu; sonra da kavga ile besledi. Öyle ki, bir kasırga gibi esip geçtiği her yerde bütün eski değerleri silip-süpürüp götürdü ve mânevî yapısı itibarıyla bütün toplumu âdeta çölleştirdi. Bu korkunç içtimaî erozyondan sonra, Âkif’in ifadesiyle geriye sadece, “Harap eller, yıkılmış hanümanlar, kimsesiz çöller / Emek mahrumu günler, fikr-i ferdâ bilmez akşamlar.” kalıyordu. Eski düşünceyi her parçasıyla, atılmaya müstahak bir partal urba gibi gören bu alabildiğine aceleci, bu fantastik ve bu banal telâkki, geçmişten gelen her şeye baş kaldırmayı çağın hikmeti sayarak, atılması düşünülecek bazı üstûrelerin yanında koskocaman bir tarihî mirası da yere çaldı.. tekmeledi.. yerinde bütün bir mazinin yüzüne tükürdü.. hatta cedlerimize sövdü.. o muntazamlardan muntazam inanç sistemimizi hafife aldı.. an’ane ve geleneklerimizle alay etti.. cihan hakimiyeti uğrunda ortaya koyduğumuz bütün hamleleri bâğîlik saydı.. ve can alıcı hasımlarımızı güldürme adına tarihî mefâhirimizi bir komedi gibi yorumladı ve seslendirdi… Allah’a imanı boş bir teselli ve aldanmışlık, ibadet ü tâati, ömrü, zamanı israf, aşk u şevki hezeyan, ruh köküne bağlılığı nostalji sayan bu çarpık felsefe, eskiden tevârüs ettiğimiz her şeyin suratına yumruklar hâlinde kalkıp indi ve “eskiyi unut, yeniyi tut” nakaratıyla gönül dünyamızda mânâ köklerimizin zeminini paramparça etti.
Eski düşünce bazen, yanlış yorumları itibarıyla ilme, hür düşünceye karşı çıkıyor ve toplumu yaşadığımız çağın gerisine çekmek istiyordu ki, bu apaçık bir taassuptu. Yenisi ise, korkunç bir kin ve nefretle geçmişten gelen bütün değerlerimizin üzerine yürüyerek, ruh kökleriyle çağlar ötesine kök salmış bir millete, mazisizlik ve nesepsizlik aşılamak hummasına tutuldu. Her iki anlayış da oldukça saldırgan, müsamahasız ve bir kısım beşerî, hatta millî realitelerden habersizdi. Birinciler, bazı ahvalde her yeni düşünceye lânetler yağdırıyor ve çağın yorumlarına karşı kapalı kalmada ısrar ediyordu; ikinciler ise, eski saydıkları her şeyi deviriyor ve devirdikleri şeylerle bir gün millî kimliklerinin de yıkılıp gideceğini fark edemiyorlardı. Birincilerin, hiçbir değişiklik ve inkılaba tahammül edememelerine karşılık, ikinciler, bize ait her şeyden uzaklaşmayı inkılap sayıyor ve körü körüne her türlü “değişim” ve “dönüşüm”e “evet” diyebiliyorlardı. Bir gün geldi, bazı kesimler itibarıyla “Ne din kaldı ne iman; din harâp iman da serap oldu.” (Âkif). Aslında geçmişin belli bir diliminde yaşandığı gibi, günümüzde de bu iki cereyan ve bu iki düşünce tarzı bütün önleyici gayretlere rağmen hâlâ iç içe fakat birbiriyle yaka-paça. Öyle ki, aydınlanma iddiasında bulunanlar karanlıklara yenik.. bazı inanmış gönüller ise aklın bedahetiyle savaş içinde.. demokrasi ve insanî değerlerin müdâfii görünenler, kendi aralarında bile her türlü değere karşı fevkalâde saldırgan.. Allah’la münasebeti kimseye bırakmayan –az da olsa– bir kısım nâdânlar ise, ellerinde “Dâbbetülarz” mührü herkese bir küfür damgası basmakta.. hürriyet kahramanları, gezdikleri her yerde ellerinde esaret tasmaları.. bazı saf mü’minler kendi değerlerine düşmanlık içinde.. bilenler, bilmeyenlere karşı çalım çakıyor ve gurura esir.. bilmeyenler, bilenleri hilkat garibesi görüyor.. evet, her iki kesim de birbirine karşı olabildiğine gergin ve öfke solukluyor, pür hiddet ve patlamaya hazır bir bomba gibi…
Gerçi her iki cephenin de bir kısım haklı yanları var; ama itidal korunamayıp ifrat veya tefritlere girildiğinden, kazanma kuşağında hep kaybetmeler yaşanıyor. Dine, diyanete sahip çıkanlar, sırtlarını, yüzlerce yıllık muhteşem bir geçmişin mânâ, öz ve usâresine dayadıklarından, yerli olmanın verdiği bir haklı gururun yanında, gönüllerini kine, nefrete kaptırdıklarından ötürü, haklılıkları içinde haksızlık ediyor ve sevap yolunu günahlarla kirletiyorlar. Ayrıca o mânâ, o ruh ve o özün ne ölçüde bir samimiyetle temsil edildiği her zaman münakaşası yapılacak ayrı bir konu. Şayet öz ve mânâ dediğimiz şeyin muhtevası kaybolmuş da onun yerine alışkanlıklar gelip oturmuş; şuur uçup gitmiş de tahtı insiyaklara kalmış; dolayısıyla da toplumda bütün tekâmül yolları tıkanıvermiş; yenilenme istidadı körelmiş; inşa gücü durmuş; düşünce, sanat ve araştırma aşkı sönmüş ve her şey nirvanaya dönmüş gibi bir durum söz konusu ise, bu ahvâl içinde “Cemiyet yaşar derlerse pek yanlış / Bir ümmet göster, ölmüş mâneviyatıyla sağ kalmış.” (M. Âkif)