Kendini Hakk’ı anlatmaya adama, yaratılıştaki “ahsen-i takvîme” mazhariyetin gereği ve yapabilenler için payeler üstü bir payedir. Gizli-açık her vesile ile O’nu anlatıp sevdirmeye çalışanlar, gönül kapılarının O’na ve insanları O’na ulaştırmanın -gaye ölçüsünde- yanıltmayan vesilesi Hazreti Ruh-u Seyyid-il Enâm’a açılması için sürekli çırpınıp duranların, -kendileri farkına varsınlar varmasınlar- Mele-i A’lâ’nın sakinlerince alkışlandıkları/alkışlanacakları muhakkaktır. Nasıl olmasın ki, bu yolun yolcuları sevdirirler sevdiklerini ulaştıkları herkese, en müessir argümanları hal ve temsil diliyle. Hep Hakk’ı soluklanır ve sevdirirler açıldıkları her yörede.. ve ererler bu sayede o ilahî sevgiye perde perde. Söz Sultanı’nın: “Sevdirin Allah’ı kullarına ki seviversin O da sizi!..”[1]beyanı vird-i zebanları, hep “sohbet-i Cânan” der yürürler güneşin doğup-battığı en ulaşılmaz yerlere. Bu da, damla ölçüsünde küçük bir teveccühe deryalar vüs’atinde öyle ilahî bir mukabeledir ki, “cihan-paha” sözü bile onu ifade etmez.
O’nu sevdirmeye giden yol ve vesilelerin başında Hazreti Ruh-u Seyyid-il Enâm’ın vesayet ve çizgisinde olmak gelir. O’nu bilip kabullenen ve O’nun manevî atmosferine giren, “Kelâm” sıfatından gelen nur-efşan mesajları içtenleştirip hayatına hayat haline getirdiği ölçüde bakar-körlükten kurtulur; her şeyi basiret dürbünüyle görmeye başlar. Bir yandan gözleri kâinat mescidindeki âyâtı müşahede ederken, diğer yandan da mesmuâta açık bulunan kulakları eşya ve hadiseler mabed-i muazzamında Kur’an-ı Mucizü’l-Beyan’ın tekvinî emirleri tekrar edip durması karşısında şevkle şahlanır. Bir şair-i şehîrin:
“Varsın Sen İlahî yine varsın, yine varsın,
Aklımda, gönlümde, ruhumda hep varsın!..”
mülahazalarıyla soluklanır ve imandan marifete, marifetten muhabbete, muhabbetten de aşk u iştiyak-ı likaullaha uzanan düşüncelere dalar. Varlık ve hadiselerin paragraf, cümle ve kelimeleriyle resmedilip seslendirilen nağmeleri mırıldanmaya durur ve “Hû” der O’nu söyler, O’nu vird-i zeban eder. Bir aşk u heyecan insanı ne latif dillendirir bu hayatı:
“Bir kitab-ı âzamdır serâser kâinat,
Hangi harfi yoklasan, manası Allah çıkar.”
Bu sesi duymak, iç içe o nâmeler mecmuasını okumak ve onların ifade ettiği enginlerden engin o manaları anlamak, gören göz, duyan kulak, değerlendirebilen mantık, engin bir merak ve ilim aşkıyla şahlanmış bir muhakeme ve idrak ister. Taklit çeperine takılmış, şekil ve suret çitlerini aşamamış mukallitlerin duyup değerlendirmesi, değerlendirip bunu içtenleştirmesi çok zor, hatta imkânsızdır. Dimağların bütün nöronlarında, kalblerin safvet ve derinliklerinde öylesi engin bir iman hissi olmayınca bu manevî anatomide marifet ziyası da bulunmaz; marifet nur ve ziyasının bulunmadığı bir gönül ve ruhta da muhabbet olmaz ve hele aşk u iştiyak-ı likaullah meltemleri hiç mi hiç duyulmaz.
Kendilerini O’nu anlatıp sevdirmeye adayanlara, O’nu sevdirip sevilme atmosferine girenlere, hayatlarını maiyyet teveccühleriyle taçlandıranlara ve sabah-akşam üslup hatasına düşmeden en gür sesleriyle O’nu dillendirenlere gelince, onlar sürekli sâlih amel maratonunda bulunurlar; “ihlas” der inler, “ihsan” düşünür tir tir titrer, rıza mülahazalarına dalar ufuk ötesi temaşadan temaşaya koşarlar. Sarp yokuş, derin dere, kandan irinden derya, hiçbirine takılmadan yürürler Hak teveccühüne, Hakk’a vuslata hem de dünyevî-uhrevî hiçbir beklentiye girmeden. Böyle bir ufku ihraz edenler, dünyanın sûrî debdebe ve ihtişamına takılıp kalanları derin bir üzüntüyle seyreder, içten içe inler ve sızlanırlar; takılmazlar nâdânların takıldıklarına, hamle üstüne hamle yapar ve söker atarlar kalblerinden mâsivâ muhabbet ve alâkasını!..
Onlar, “Girdik reh-i sevdaya cünunuz, bize onur lazım değil!..”(Seyyid Nigari) der, hep O’nu söyler; O’nun söz konusu olmadığı en büyüleyici beyanları da israf-ı kelam sayarak sohbet-i Cânân mülahazalarına yönelir, ruh ve sırlarının temaşa ufuklarına dalarlar. Ne var ki onlar, bunca duygu, düşünce ve mazhariyeti şart-ı âdî planında iradeleriyle irtibatlı görseler de hakikat-i halde her şeyi özel bir teveccühe ve meşiet-i hâssaya vererek uğrunda ölüp ölüp dirildikleri tevhîd telakkilerine de asla toz kondurmazlar. Onlara göre; iradenin çerçevesi bir hayli dar.. azm u ikdam, yeterli bir sebep değil.. cismaniyet ve hayvaniyet, hakiki insan olma yolunda ciddi birer handikap… Bütün bunlar muvacehesinde, mazhariyetleri kendilerinden bilmeyi bir çeşit şirk-i hafî sayarak her muvaffakiyet ve kazanım karşısında:
“Değildir bu bana layık şu bende
Bana bu lutf ile ihsan nedendir!..”(M. Lütfî Efendi)
mülahazasıyla mırıldanırlar. Her şeyi ilahî rahmetin vüs’atine, O’nun fazlının enginliğine ve O’nun tarafından sürpriz teveccühlere vererek, “Her şey Sen’den, Sen Ganîsin / Rabbim Sana döndüm yüzüm!”vird-i zebanıyla koşarlar her hamle, her kıpırdanışlarıyla, on’lara-yüz’lere namütenahi karşılık mukabelesinde bulunan Sultanlar Sultanı’nın hazîratü’l-kudsüne.
Aslında, hep O’na doğru yürüyen bu kudsîler kervanı, ta baştan bütün iç âlemlerine nüfuz yollarını ağyara kapayıp hep maiyyet soluklayarak bu yola çıkmışlardı. Yol boyu da sürekli O’nu yâd edip durdu ve “Hû” mülahazasıyla oturup kalktılar; gönül ve his dünyalarında ağyar türküsü duymak istemediler. Her sözün beraat-i istihlali O’na remz edalı olmalı ve her beyan O’nunla kafiyelendirilmeli mantığıyla söze başladı ve O’nunla beyanlarını noktaladılar. Hatta, O’nunla alakalı olmayan beyanları, muhavereleri israf-ı kelam sayarak elden geldiğince sohbet ve meşveretlerini sohbet-i Cânân’la derinleştirip hemen her zaman,
“Keşke sevdiğimi sevse kamu halk-ı cihan,
Sohbetimiz her zaman sohbet-i Cânân olsa…”
mülahazalarını iç heyecanlarının sesi soluğu haline getirdiler. “Ya leylî sözü söyle yahut hâmûş / Şayet açacaksan buna aç ağuş!”(İlk mısra Fuzûlî’nin) deyip ağyara bütün bütün kapılarını kapadılar.
Onlar peygamberler yolunda sürekli bu mülahazalarla soluklanıp dursunlar, tabiî bu tür Hakk’a adanmış ruhlara mukabil, bir de hemen her devirde o mefkûrezede, bencil, dünyaperest, saltanat hastası, daha doğrusu insan bozması kara ruhlu, kara düşünceli avene-i şeytan da onları karalamadan hiç mi hiç geri durmadılar. Farklı tagallüp ve tahakküm yöntemleriyle onları bitirmeye çalıştı -tabiî biten kendileri oldu- Hakk’ın lütfettiği, onların da temsile çalıştıkları nura, ziyaya savaş ilan ettiler. Yalan söyledi, iftira ve tezvirde bulundu ve hep aydınlığa gidenleri yollarından alıkoymaya çalıştı ama yaptıkları şenaat ve denaetle kendileri rezil oldular. Çünkü muhabbet ve mürüvvet yolcuları, nebîler yolunda yürüyorlardı ve Hakk’ın sıyanetindeydiler. Hakk’ın, hizmet zeminine saçıp başaklar gibi bitirdiğini kimsenin bitirmeye gücü yetmeyecekti.. ve Hakk’ın yaktığı meşaleyi kimse söndüremeyecekti. Zira par par yanan o meşalenin arkasında rahmet-i Rahmân, irade-i Sübhân ve takdir-i Mennân vardı. Ne hoş söyler Ziya Paşa:
“Takdir-i Hudâ kuvve-i bâzu ile dönmez,
Bir şem’a ki Mevla yaka, üflemekle sönmez!..”
Bu itibarla da denebilir ki, aslında müfsitler bir “İbn-i Selûl”cülük peşindeydiler ama gayretleri boşunaydı!.. Çünkü o hak yolcularının arkasında Allah’ın inayeti vardı. O ki:
“İclâlinin ahengi her bucakta nümâyân,
Gönüllerde o tecellinin bir gölgesi var;
Bunu sezen ruh gezer her yerde O’nu arar
Ve gözünde tüllenir en tatlı hatıralar.
Her renk, her ses, her desen varlığına bir beyan…”
Yolunuz açık olsun ey Hizmet erleri ve ey ehl-i Kur’an!..