Efsane olarak şöyle bir hikâye anlatılır: Prusya Kralı II. Friedrich, Almanya’nın Potsdam şehri yakınlarındaki bir yeri çok beğenir ve buraya bir saray yapılmasını emreder. Arazi bir çiftçiye aittir ve tam ortasında bir değirmen vardır. Kralın adamları çiftçinin kapısını çalıp kralın emrini bildirirler. Ancak çiftçi, arazinin kendisine ait olduğunu ve asla satmayacağını söyler.
Kral çiftçi ile yaptığı görüşmede orayı satın almak istediğini söylese de çiftçi, “Sen koskoca kralsın, paran çok. Almanya’nın her yerinden arazi alıp saray yapabilirsin. Burayı benden önce babam işletiyordu. Ona da babasından kalmış. Ben de çocuğuma bırakacağım. Satmıyorum!” der.
- Friedrich öfkeyle gürleyip “Unutma ki ben kralım” deyince, çiftçi hukukun üstünlüğünün anlatıldığı yerlerde örnek olarak verilen şu sözleri söyler:
“Asıl sen unutma ki Berlin’de hâkimler var! Hiçbir güç, hiçbir siyaset, hiçbir iktidar, kral bile olsa adaletten üstün değildir. Hiç kimse adaletin üstüne çıkamaz. Orada oturamaz.”
Menkıbenin başka bir rivayeti şu şekildedir: Değirmenden rahatsız olan Friedrich, değirmenci Grävenitz’den değirmenini yıkmasını ister. Ama değirmenci kralın bu emrini yerine getirmez. Kral ısrar edince değirmenci Yargıtay’a gitmekle kendisini tehdit eder ve neticede değirmen yıkılmaz. İşte Sanssouci Sarayındaki bu değirmen, Almanya’nın en ünlü değirmenlerinden biridir.[1] Bugün Potsdam’da Sanssouci Sarayı ve değirmen yan yanadır. Bu rivayetler menkıbe olarak kabul edilse de kıssadan çıkarılacak hisseler vardır.
Bir toplumu medenî hâle getiren değerlerin başında adalet gelir. İnsan hakları hukuk devletinde güvence altındadır ve bu durum herkesin huzur içinde yaşamasını temin eder. Haksızlığa uğramış bir mağdurun, mücadele ettiği taktirde hakkını alacağından emin olması, devlet ve millet arasındaki güveni, sağlam temeller üzerine oturtur.
Hukukî düzenlemelerle teminat altına alınan temel hak ve hürriyetler sayesinde, haksızlık devlet tarafından yapılsa bile şahıslar haklarının peşine düşmekte tereddüt göstermezler. Hukukun üstünlüğü dediğimiz kavram işte budur. Gücü elinde bulunduranların haklı olduğu değil, haklı olanların kendini güvende hissettikleri bir yönetim sistemi söz konusudur.
Ülkelerin tarihlerine ve mevcut durumlarına bakıldığında, adalet mekanizması ve hukukun üstünlüğünün ne kadar önemli olduğu görülür. Ülkelerin gelişmişlik seviyelerindeki farklılıkların birçok sebebi vardır. Temelleri sağlam bir ülke kurabilen toplumların; hukukun üstünlüğünü kabul eden, eğitime ağırlık veren, vatandaşların temel hak ve hürriyetlerini anayasa ile garanti altına alan, devletin nobran gücünü kanunla sınırlandırıp millete hizmet eden bir aparata dönüştüren toplumlar olduğu görülür.
Güney Kore ve Kuzey Kore arasındaki gelişmişlik farkı, konuya misal teşkil edecek niteliktedir.
Güney Kore özellikle hukuk alanında yaptığı düzenlemelerle, sadece yönetici elit ve avenelerinin değil bütün vatandaşların hizmet alabileceği, kapsayıcı devlet kurumları inşa etmiştir. Endekslere göre, Güney Kore’nin Kuzey Kore’ye nispetle neredeyse on kat daha fazla gelişmiş olmasının temel sebeplerinden biri, âdil bir yönetim tarzına sahip olmasıdır.
Kurumların kapsayıcı olmasının temel özelliği, eski feodal yapılarda olduğu gibi, kral ve adamlarına iltimas gösterilmesi değil, aksine bütün vatandaşların eşit bir şekilde istifade edeceği bir yapının tasarlanmış olmasıdır. Bunun sağlanması için güvence altına alınmış özel mülkiyete, tarafsız bir hukuk sistemine ve herkesin mübadele ve sözleşme yapabileceği eşit şartlar sağlayan bir kamu hizmetleri hükmüne sahip olunması gerekir.
Teminat altına alınmış özel mülkiyet hakları mühim bir esastır, zira yalnızca bu haklara sahip olanlar yatırım yapmaya istekli olur ve ancak böyle bir durumda verimlilik artar. Hasılatının kamulaştırılacağını ya da vergi yoluyla büyük bir kısmının alınıp yandaşlara peşkeş çekileceğini düşünen bir girişimcinin yatırım ve teknolojik gelişme için gayret etmeyeceği ekonomik bir realitedir.[2]
Hukuku eğip büken, iktidarını devam ettirmek için yargıyı silah gibi kullanan, kendisini destekleyenlerin işledikleri suçlardan hüküm giymedikleri, masum ve korumasız insanların en temel hak ve hürriyetlerden mahrum edildiği ülkelerde devlet yapısı bir çeteye dönüşür.
Cemil Meriç, Bu Ülke adlı eserinde, bir menfaat şebekesine dönüşen Kilise’nin yönettiği Avrupa’nın karanlık dönemine dair şu tespitte bulunur: “Cellini bir adam öldürür. Papa’ya şikâyet ederler. Kaşlarını çatar kudsiyetmeap: ‘Bizim kanunlarımız avam içindir’ der, ‘dâhiler için değil.’”[3]
Devlet meşru otoritesini hukukla sağlar. Hukukun üstünlüğüne göre hareket ettiği ölçüde içinden çıktığı toplumu adaletle yönetir. Hukuksuzlukla iktidarlarını ayakta tutmak peşinde olan yöneticiler, hukuk tekrar ikâme edildiğinde, işledikleri suçlardan yargılanacaklarını bildiklerinden yargı sisteminin kimyasını tamamen bozarak ülkeye diktatörlüğü getirirler. Hitler Almanya’sı bunun en bariz örneklerinden biridir. Bu noktada devlet ile millet ilişkisi, rızaya değil korku ve tehdit üzerine kurulur.
Hazreti Ömer’in (radıyallâhu anh) şu tespiti, zulümle otorite sağlayan yöneticilerin akıbetini anlatır: “Eğer devlet başkanı zulüm yapmadan otorite sağlayamazsa, zaafa düşmeden mülayim olamazsa, israfa kaçmadan cömertlik edemezse, cimrilik etmeksizin tutumlu olamazsa, bu devlet yaşayamaz.”[4]
Haklı olanın kendini güvende hissettiği, anlaşmazlığa düştüğü kişi devlet başkanı da olsa bağımsız mahkemelerde eşit şartlarda yargılanacağını, hâkimlerin güce değil hukuka saygılı olduğunu bilen vatandaşların yaşadığı ülkeler imrenilecek medeniyetler kurmuşlardır. Zira bu ülkelerde şahıs ve mülkiyet hakları bağımsız mahkemelerce güvence altındadır.
Hazreti Ömer’in (radıyallâhu anh) Humus’a tayin ettiği ve tebaasının da memnun olduğu Hazreti Umeyr (radıyallâhu anh), valilikten azlini istemiş, sebep olarak bir muhakemede tarafsızlığını koruyamamış olmasını göstermiştir. Hazreti Ömer (radıyallâhu anh) valiliğe devam etmesi hususunda ısrar edince, Hazreti Umeyr (radıyallâhu anh) şunları söylemiştir: “Hayır, artık bitti. Bundan böyle ne senden ne de daha sonra gelecek halifelerden hiçbir görev kabul etmeyeceğim. Allah’a yemin ederim ki o kadar uğraştığım halde yine kendimi bu görevin kötülüklerinden koruyamadım. Bir keresinde (muhakeme esnasında) bir Hristiyan’a ’Allah seni rezil etsin’ demiş bulundum.”[5]
İşte bu şekilde, hukukun makamlardan üstün tutulduğu, haklı olana hiçbir ayrım yapmadan hakkının verildiği devletler, vatandaşları için bir huzur iklimi oluşturmuştur.
İbn-i Haldun, yaklaşık 150 devletin kuruluş, yükseliş ve çöküş tarihini incelemiş ve şu dersleri çıkarmıştır:
“Hükümdarların uyruklarına karşı şiddetli muamelelerde bulunmaları, çoğunlukla, devletin nizam ve düzenini bozar. Devletin faydası kendilerini koruması ve uyruğun her sınıfına şefkatle muamele etmesiyledir. Hükümdar sert olup halkı şiddetli cezalara çarptırır ve ahalinin kimseye gözükmeyen suç ve kusurlarını arar ve sayar ise, ahali korku ve zillet içinde kalır, yalancılık, mekr ve hile yoluna saparak bu cezalardan kurtulmak ister. Bunun bir sonucu olarak kötü huylar kazanırlar, basiret ve ahlâkları bozulur. Bunlar, hükümdarı savaş alanlarında rezil edip bırakarak çekilip gittikleri çağlarda olur. Niyetlerin bozulmasıyla devletin korunması zaafa uğrar.”[6]
Hukukun değil muktedirlerin hâkim olduğu ülkelerde, muhalif görülen insanlar mahkemelerde hâkim ve savcıların gadrine uğrar, masumlar sözde güvenlik güçleri tarafından kaçırılıp işkenceye tâbi tutulur, insanlar iktidara tapan halk tarafından linç edilir, hamile kadınlar doğum yapmak için yattıkları hastanelerde gözaltına alınır, bebekler zindanlara atılır, eğitimli ve hamiyetli insanlar sürgüne yollanır, zalim yöneticilere rüşvet vermeyen girişimcilerin mülklerine el konulur ve hukuka saygılı vatandaşlar illüzyonist medya tarafından ötekileştirilirler.
Hukukun katledildiği bu ülkelerde yatırımlar durur, himmetler söner, ülke tiranların ve semirttikleri yandaş baykuşların öttüğü bir harabeye dönüşür.
Tiranların hukuku katlederek kurdukları diktatörlük ve zulüm sisteminin en kısa sürede yıkılması, zindan sakinlerinin beyaz kanatlı güvercinler gibi masmavi gökyüzüne kanat çırpması, masumların ve zulme maruz kalmışların bütün haklarını geri alacakları günlerin bir an evvel gelmesi dua ve temennisiyle…
Dipnotlar
[1] www.spsg.de/schloesser-gaerten/objekt/historische-muehle/
[2] D. Acemoğlu ve J. A., Robinson, Ulusların Düşüşü, çev. F.R. Velioğlu, İstanbul: Doğan Egmont Yayıncılık, 2015, s. 75.
[3] Cemil Meriç, Bu Ülke, İstanbul: İletişim Yayınları, 1985, s. 235.
[4] Muhammed Yusuf Kandehlevi, Hayatü’s Sahabe, çev. Ali Arslan, İstanbul: Merve Yayınları, 2006, c. 2, s. 631.
[5] A.g.e.
[6] İbn Haldun, Mukaddime, çev. Zakir Kadiri Ugan, İstanbul: Millî Eğitim Bakanlığı Yayınları, 1989, s. 474–475.