İki Kelimeyle Yenilenen Yolcu
Üstad Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri, hayatını üç döneme ayırır: Eski Said, Yeni Said ve Üçüncü Said. Eski Said, Müslümanların problemlerine, sosyal hayatta aktif olarak çözümler ararken 40 yaşlarında yaşadığı bir ruhî inkılapla Yeni Said hâline gelir. Kalbini tamamen Kur’ân-ı Kerim’in feyzine açan Yeni Said, imanî meselelere odaklanır. Ömrünün son 10 yıllık dönemindeki Üçüncü Said ise, ölüm sonrası yolculuğu için hazırlıklarını tamamlamakla meşgul olur.[1]
Bediüzzaman, Yeni Said hâline gelmesine vesile olan bir hayalî vâkıayı nakleder. Uykuda olmadığı hâlde kendisine misal âleminde seyrettirilen bu görüntüler, aslında manevî bir keşiftir, ancak Bediüzzaman, kıskançlık hislerini uyandırmamak için bu tecrübesini “vâkıa-ı hayaliye” şeklinde isimlendirir.
Üstad, muhatabına şu şekilde hitap eder:
“Ey dünya-perest ve hayat-ı dünyeviyeye âşık ve sırr-ı ahsen-i takvimden gafil insan!”[2]
İnsanın; İlahî isimler, sıfatlar ve şuunatla dokunan en güzel nakış olduğu sırrını keşfedememesi, dünya hayatına âşık olmasına, bu aşk da onun dünyaya tapar gibi bağlanmasına sebep olur. Hislerin iptal edilmesi gafleti doğurur. İnsan imanın nuru ve şuuruyla nesnelerin, hadiselerin, mevcudatın, kendisinin ve her şeyin Sahibi, Maliki ve Rabbinin mevcudiyetini fark eder. Aradığında aradığını bulur.
“Gördüm ki ben bir yolcuyum. Uzun bir yola gidiyorum. Yani gönderiliyorum. Seyyidim olan zât, bana tahsis ettiği altmış altından tedricen birer miktar para veriyordu. Ben de sarf edip pek eğlenceli bir hana geldim. O handa bir gece içinde on altını kumara-mumara, eğlencelere ve şöhret-perestlik yoluna sarf ettim. Sabahleyin elimde hiçbir para kalmadı. Bir ticaret edemedim. Gideceğim yer için bir mal alamadım. Yalnız o paradan bana kalan elemler, günahlar ve eğlencelerden gelen yaralar, bereler, kederler benim elimde kalmıştı. Birden ben o hazîn hâlette iken orada bir adam peydâ oldu. Bana dedi: ‘Bütün bütün sermayeni zayi ettin. Tokada da müstahak oldun. Gideceğin yere de müflis olarak elin boş gideceksin.’”[3]
Üstad Hazretlerinin bahsettiği bu hadiselerin sembolik olduğu açıktır. Bediüzzaman, nefis muhasebesi yapmakta, bahsi geçen günahlardan gerçek hayatta uzak kalsa da rüyaya benzeyen bu vâkıadaki işaretleri tabir ederek ibret almaktadır.
Krediyi israf etmenin farkına varmak acı verir. Müflis kederli olur. Hazırlıksız yakalanmak hüzün vericidir. Kendini yolcu olarak görmeyen, tedbir almaz, hazırlık yapmaz ve yenilenmez.
Metinde dikkat çekecek tarzda tekrarlanan “birden” kelimesi, intibah ve değişim için beklenmedik olayları yaşamanın lüzumuna işaret eder.
Yunanca “metanoia” kelimesi, paradigma veya zihniyet değişimine, kalbin bir dönüşüm yaşamasına, manevî bir başkalaşımla yeni bir hâle bürünmesine işaret eder.[4] Böyle bir ruhî tahavvülde, insanın kör noktalarını aydınlatacak, nazarının ince ayarını yapacak ve akleden kalbini tembih edecek vesileler; sarsıcı ve şaşkınlık verici değişimler, yenilikler veya musibetlerdir.
“‘Fakat aklın varsa, tevbe kapısı açıktır. Bundan sonra sana verilecek bâki kalan on beş altından her eline geçtikçe yarısını ihtiyaten muhafaza et. Yani gideceğin yerde sana lâzım olacak bazı şeyleri al.’ Baktım nefsim razı olmuyor. ‘Üçte birisini’ dedi. Ona da nefsim itaat etmedi. Sonra ‘dörtte birisini’ dedi. Baktım nefsim müptelâ olduğu âdetini terk edemiyor. O adam hiddetle yüzünü çevirdi, gitti.”[5]
Aklı başında olan pişman olur. En büyük kusur, kusurunu görmemektir. Fırsat varken hatasını telafi etmeyen, zarara razı olmuş demektir. İştahını ertelemeye razı olmayan nefis, şefkatle yapılan nasihate kulak vermez ve merhamete liyakatini kaybeder.
Selim bir kalbin desteğiyle aklını kullanan, hatalarını fark eder. Hatalardan ders almayan, hata işlemekten kurtulamaz. Geçmişin değiştirilemeyeceğini fark etmek, pişman olmamayı gerektirmez. Böyle bir tercih, kalb marazı olan kibri ihsas eder.
Christopher Nolan’ın Başlangıç (Inception) isimli filmindeki kahraman Cobb,[6] eşiyle ilgili kötü hatıralarının tesiri altındadır. Bu hatıraları değiştirmek ister. Filmin başında, Édith Piaf’ın söylediği “Hayır, hiçbir şeyden pişman değilim”[7] isimli şarkı, evine dönmek, yani gerçeklerle yüzleşmek isteyen Cobb’un, pişman olmadan bunu yapamayacağını ima eder.[8]
“Birden o hâl değişti. Baktım ki; ben, tünel içinde sukut eder gibi bir süratle giden bir şimendifer içindeyim. Telâş ettim. Fakat ne çâre ki, hiçbir tarafa kaçılmaz. Garâipten olarak o şimendiferin iki tarafında pek cazibedâr çiçekler, leziz meyveler görünüyordu. Ben de akılsız acemiler gibi onlara bakıp elimi uzattım. O çiçekleri koparmak, o meyveleri almak için çalıştım. Fakat o çiçekler ve meyveler, dikenli-mikenli, mülâkatında (kavuşma anında) elime batıyor, kanatıyor. Şimendiferin gitmesiyle müfarakatından (ayrılık anında) elimi parçalıyorlar. Bana pek pahalı düşüyorlardı.”[9]
Meşru olmayan ani ve fâni lezzetlere ulaşırken onların gelip geçiciliğini hissetmek de onlara veda etmek de elem verir. Biten doyurmaz, terk eden sevilmez, sönüp giden tatmin etmez. Sona erişler ve ayrılıklar kalbi kırar.
Gözün görüp aklın izahta zorlandığı şeyler bazen imtihan unsurudur. Akıl ve tecrübelerle güçlenen hikmet, tercihlerin sonuçlarını, meyillerin akıbetini nazara verir. İnsanın makul bir “fırsat maliyeti” yapmasına yardımcı olur. Kârı zararından fazla olan risklerden insanı uzak tutar. Selim vicdan insana fısıldar: “Değer mi?”
“Birden şimendiferdeki bir hademe dedi: “Beş kuruş ver, sana o çiçek ve meyvelerden istediğin kadar vereceğim. Beş kuruş yerine elin parçalanmasıyla yüz kuruş zarar ediyorsun. Hem de ceza var, izinsiz koparamazsın!’”[10]
Meşru lezzetlerin bedeli ağır değildir ve keyif için yeterlidir. Sınırları aşmamak, insana sükûnet verir. Vicdan ancak helâl dairesinde teskin olur. Kanaat, mevcudu fark edip nimeti takdir etmektir. Nimet verenin iltifatının hissedilmesiyle nimetler tam doyurur; teselli, müjde ve şifa verir. Rahman nefsimizi, Hakîm aklımızı, Rahim kalbimizi tatmin eder.
“Birden sıkıntıdan ne vakit tünel bitecek diye başımı çıkarıp ileriye baktım. Gördüm ki, tünel kapısı yerine çok delikler görünüyor. O uzun şimendiferden o deliklere adamlar atılıyorlar. Bana mukabil bir delik gördüm. İki tarafında iki mezar taşı dikilmiş. Merak ile dikkat ettim. O mezar taşında büyük harflerle ‘Said’ ismi yazılmış gördüm. Teessüf ve hayretimden ‘Eyvah!’ dedim.”[11]
Dünya hayatı tünele benzer. İnsan hızla giden bir zaman trenindedir. Her yıl bir vagon olarak eklenir. Kaçış yoktur. Tek çıkış yeri, insanın kendi mezarıdır. Onu bekler. Bazen uzaktan, bazen de çok yakından görünür.
Hazır olmadan yolun sonunu gören, büyük bir üzüntü ve şaşkınlık yaşar. ‘Eyvah’ diye haykıran, insanın şuurlu fıtratı, yalan söylemeyen vicdanıdır.
Ölüme hazırlık, hayatın en önemli gayelerinden biridir. Andrey Tarkovski de sanatın gayesinin, insanı ölüme hazırlamak, ona iç dünyasının en gizli köşelerini fark ettirmek olduğuna dikkat çeker.[12]
“Birden o han kapısında bana nasihat eden zâtın sesini işittim. Dedi: ‘Aklın başına geldi mi?’ Dedim: ‘Evet geldi, fakat kuvvet kalmadı, çâre yok…’ Dedi: ‘Tevbe et, tevekkül et!’ Dedim: ‘Ettim.’”[13]
Akıbeti gören akıl kendine gelir. İnsan, meyillerin ve tercihlerin ciddi sonuçlarıyla er geç yüzleşmek zorunda kalır. Bu sonuçlar bazen tahammül sınırlarını zorlar. Vicdan tefessüh etmediyse, hâlâ bir ümit vardır.
Çaresizlik merhameti celbeder. Nasihat eden, yani muhatabının iyiliği için hikmet, şefkat ve samimiyetle ona yol gösteren zat, tekrar yanında peyda olmasa da uzaktan seslenir. Son bir fırsat daha verir. Teklif ettiği, iki kelimedir; tevbe ve tevekkül. Bahtiyar muhatap, güzel bir tercihle, nefsinin mırıltılarıyla lafı uzatmadan, tek kelimeyle iki fiili de kastederek “Ettim.” cevabını verir. Ölüm, uyanmaya vesile olmuştur.
“Ayıldım, Eski Said kaybolmuş, Yeni Said olarak kendimi gördüm.”[14]
Gönülden tevbe eden geçmişini, tevekkül eden de geleceğini temizler. Zamanda seyahat edebilen akıl, insanı geçmişteki keder ve pişmanlıklarla ve gelecekteki risk ve endişelerle meşgul ederek onu şu andan koparır. Aklı başında olan, yolculuğun uzunluğunu fark edip fırsat varken tevbe ve tevekkül eder, sonsuzlukla kesişen ve sırları bağrında saklayan ana odaklanır ve her an yeniden doğar. Akıbeti gören, artık eskisi gibi değildir.
İnsan sadece malumatla yenilenemez. Hakikatlerle yüzleşmeden hakiki idrak gerçekleşmez. Meleklerin nurla beslendiği gibi, mânâlar özümsendikçe ve hükümlerin aksinin imkânsız olduğuna itikat edildikçe, ilim davranışlara akseder. Latifeler lafızla değil mânâyla doyar.
Kendimizi yolcu olarak görmek, hazırlık yapma şuuru doğurur. Ruhlar âleminde başlayan yolculuğumuza, anne karnından geçerek geldiğimiz bu dünyada devam ediyoruz. Çocukluk, gençlik, ihtiyarlık, ruhun beden hapsinden kurtularak berzah âlemine geçişi ve haşirle yeniden bedene kavuşması… Ölümün öldürüldüğü bir hayata doğru yaptığımız yolculuk devam ediyor. Canımız dâhil, bizzat sahip olduğumuzu zannettiğimiz her şeyimizi kaybediyoruz. Zamanı gelince iade edilmek zorunda kalınan şeyin “emanet” olduğunu anlıyoruz.
Ansızın dünyayı terk etmeden “an”lara yatırım yapmanın tam zamanı. “Misafir yolunu düşünmeli.”[15]
Dipnotlar
[1] Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2010, s. 346; Bediüzzaman Said Nursî, Şuâlar, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2010, s. 518.
[2] Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2010, s. 347.
[3] A.g.e.
[4] Peter M. Senge, The Fifth Discipline: The Art and Practice of the Learning Organization, New York: Currency Doubleday, 1990, s. 13.
[5] Nursî, Sözler, s. 347.
[6] “Cobb”, fonetik olarak Sanskritçe, Hintçe ve Urduca gibi dillerdeki “uyku” anlamına gelen kelimelere benzer. Mesela Farsçadaki “hâb” kelimesi uyku demektir.
[7] “Non, je ne regrette rien.”
[8] Jason T. Eberl ve George A. Dunn (ed.), The Philosophy of Christopher Nolan, London: Lexington Books, 2017, s. 134.
[9] Nursî, Sözler, s. 347.
[10] A.g.e.
[11] A.g.e.
[12] Andrey Tarkovski, Mühürlenmiş Zaman, Ter. Füsun Ant, İstanbul: Agora Kitaplığı, 2008, s. 32.
[13] Nursî, Sözler, s. 347.
[14] A.g.e.
[15] Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2010, s. 291.