Rüşd, doğru yolda bulunma, “sırât-ı müstakîm” dediğimiz caddeyi takip etme ve dürüst düşünme mânâlarına gelir. Sözlük mânâlarının yanında, onu; Cenâb-ı Hakk’ın insana lütfettiğini yerinde ve rantabl olarak değerlendirip ukbâ hedefli yaşama ve dünyayı da mamur edecekse ahiret hedefli mamur etme cehd ü gayreti içinde olma şeklinde de yorumlamışlardır. Bu itibarla, böyle bir gaye-i hayal peşinde koşturup durana “reşîd” ve insanları bu ulvi hedefe yönlendirene de “mürşid” denmiştir.
Rüşd derinlikli hakiki bir reşîd; dini, düşüncesi, ahlâkı ve tavırları itibarıyla ıstılahî mânâda bir mürşid kabul edilmese de, duyguları-düşünceleri, mütemadi olan istikamet ve sadâkati sayesinde çevresi üzerinde gerçek bir mürşid tesiri gösterir; aldatmayan, yanıltmayan bir rehber vazifesi görür.
Rüşdün karşıtı “sefeh”tir ki o da hafiflik ve akıl noksanlığı demektir. Hareket ve davranışlarıyla sürekli zikzak çizen, aklî, fikrî, insanî melekeleri bir anlamda meflûç, hevâ-i nefis girdabında bocalayan ve geriye dönemeyecek şekilde hissiyât-ı nefsâniye ve garîze-i beşeriye girdaplarında çırpınıp duran bir boheme de “sefîh” denir; çoğulu “süfehâ”dır.
Sefîh ve reşîdin tasarruf ve konumlarına dair mevzular üzerinde fıkıh kitaplarında genişçe durulduğu için o hususu kütüb-i hadîsiye ve fıkhiyeye havale ederek konunun o yanını burada bahis mevzuu etmeyeceğiz. Biz burada daha ziyade, hak yolcusunu vuslata taşıyan rüşdün amelî ve kalbî/ruhî hayatla alakalı yanları üzerinde durmak istiyoruz.
Esası ve temeli iman olan rüşd, sâlih amelle tabiata mâl edilip içtenleştirilen bir istikamet-i tâmme tavrı; cismaniyetten ve hayvaniyetten sıyrılarak kalbî ve ruhî hayat ufkuna yönelmenin de unvanı olagelmiştir. Bu mânânın kahramanı reşîd, bir taraftan en küçük hayalî ve tasavvurî inhiraf ve bulantı karşısında hemen istiğfara ve -tabiî derecesine göre- tevbe, inâbe ve evbe arınma kurnalarına koşarak levsiyât-ı hayaliye ve tasavvuriyeden aklanıp paklanmaya çalışır.. ve kim bilir günde kaç defa bu titizlik ve hassasiyetleوَأَنِيبُوا إِلَى رَبِّكُمْ ferman-ı sübhânîsine “Lebbeyk!” çekerek Allah ile abd-Mâbud münasebetini yenilemenin heyecanını yaşar.. kıvam kaybı endişesiyle sarsılır ve inler.. ve bu ölçüdeki derin endişelerinin yanında, hiç hal ve mazhariyete takılarak durağanlığa girmeden, -tahdîs-i nimet mülahazası mahfuz- gözü hep “hakka’l-yakîn” zirvelerinde “Daha, daha!..” diyerek oturur-kalkar.. sürekli “seyr maallah” sâliki misillü yeni yeni temaşa güzergâhları arar ve nâmütenâhî istikametinde bir yolculuğa çıkmış olma şuuruyla sülûkün nâmütenâhîlik neşvesine dalarak bütünüyle kalb ve ruhun rengini alır.. derken Rehber-i Küll, Muktedâ-i Ekber aleyhi ekmelüttehâyâ’nın yol ve yöntem disiplinlerinin iç derinliklerine tahkîk müşahedesiyle yönelir.. O’nu daha bir farklı izlemeye durur ve bir Mevlânâ aşk u heyecan ve tâbiiyeti mülahazasıyla;
مَنْ بَنْدَۂِ قُرْآنَمْ اَكَرْ جَانْ دَارَمْ *مَنْ خَاكِ رَهِ مُحَمَّدْ مُخْتَارَمْ
ahd ü peymânıyla iç döker.. gözü hep O’nun izlerinde, takılır o Kamer-i Münîr’in arkasına ve yürür sürekli Güneş’e doğru.
Yürürken bu nuranî yolda her şeyin Cenâb-ı Hakk’ın ekstra lütfu, ihsanı ve özel teveccühü olduğunu/olacağını, bunun da ümit ve iradesinin gerçek dinamizmini teşkil ettiğini düşünür; yürür doygunluğa ermiş vicdan mekanizmasıyla sefeh orduları üzerine ve zaferle şahlanır daha ötelere ilâhî teveccüh ganimetiyle. Verdiğini verir, aldığını alır ama girmez zafer ve gına sağanağıyla şımarıklığa; girmez ve hep hamd ü senâlar ile gürler, mahviyet ve tevazu ile iki büklüm olur; olur da “Değildir bu bana lâyık bu bende / Bana bu lütf ile ihsan nedendir?!.” (M. Lütfî) der, nefsini cümleden ednâ görerek bu mazhariyetlerin istidraç olabileceği endişesiyle tir tir titrer.. ve huzur-ı sultanîde bulunuyor olma mülahazasıyla da hep ciddi bir edep tavrı içinde bulunur; bulunur ve yakışıksız tavır ve davranışlara düşmemeye gayret eder.. nâsezâ mülahazalardan uzak durur; söz ve beyanlarını mazhariyetlerinin sesi-soluğu hâline getirmeye çalışır.. fuzûliyâta karşı tamamen kapanır.. ve bütün vicdan mekanizmasıyla, kendini mizan ve terazide mahcup etmeyecek kurbet yolunda sabit-kadem kalma zikr u fikriyle oturur-kalkar.. hep kurbet meyveleri dermeye çalışır.. kalbi sürekli Hak maiyyetiyle çarpar ve duyguları mehâfet ve mehâbet mülahazasıyla ruhanîleri imrendirecek bir hâl alır. Bir hak dostu bu mevâhibi ne güzel seslendirir:
“Eller bigânelerle âşina olmak peşinde
Biz ise âşinâlardan bigâne olmak dileriz.
Âşinânın hakka bir merâtibi vardır,
Biz ‘Men arafe nefsehû fekad arafe Rabbeh’ bezmindeyiz.”
Evet, nefis, cismanî, hayvanî ve bedenî küdûrattan arınmayınca kalbe ve ruha giden yollar tıkalı kalır; bilinmemesi gerekenler gelir bilineceklerin yerini alır ve yolcu en düz güzergâhta dahi takılır yolda kalır. Zira bu güzergâhta sefer, cismâniyet kışrından sıyrılarak ruh ufku istikametinde kalb semasına doğru kanat çırpıp “Hû” ile soluklanmaya bağlıdır. Bunlar gerçekleştiği ölçüde mânâ ve marifet yolcusu zılliyetlerden sıyrılarak hep O’nu hatırlatıp düşündüren bir ayna hâlini alır. Ve işte hakikî rüşdün irfan üstü irfana mazhariyeti de bu evsâf ve keyfiyetle alakalıdır. Fuzûlî -merhum- bu hususu şöyle noktalar:
“Dünya ve mâfîhâyı bilen ârif değil,
Ârif oldur, bilmeye dünya ve mâfîhâ nedir.”
Cenâb-ı Feyyâz-ı Mutlak, -ve in lem nekün ehlen- bizleri böyle bir rüşd ile serfirâz kılsın!..