Hakikî mü’mini kendi derinlikleriyle görebilenler, onda Hakk’ı hatırlar.. onun nefeslerini duyan, İsa Mesih’e uğramış gibi canlanır ve onun gönlünden yükselen sesleri dinleyenler, Beyan Sultanı’nın meclisine ermiş gibi söz şarabıyla mest ü mahmur hâle gelir. Evet, iman ve imanın vaad ettikleriyle donanımını tamamlamış bir ruhun, artık başka herhangi bir şeye ihtiyacı kalmamıştır. Allah’a intisabı sayesinde o, aczi içinde Hakk’ın kudretiyle güçlü, fakirliğiyle beraber O’nun servetiyle zengin ve küçüklüğüne rağmen de ululardan bir uludur. Çünkü o, ihtiyar ve iradesinin yetersiz kaldığı noktada, Efendisinin sonsuz iradesine dayanır. Üstesinden gelemeyeceği konularda O’nun kudretine itimat eder.. dünyevî hayatı itibarıyla sarsıldığında, ebedî hayatının bağ ve bahçelerine sığınır.. ufkunu ölüm endişeleri sardığında, kendini ebedî hayatın ferah-feza iklimlerine atar.. akıl ve idrakiyle çözemediği problemler karşısında da, Kur’ân’ın “hall ü fasl” eden aydınlık iklimine müracaat eder.. ve hiçbir zaman yeis yaşamaz, boşluk hissetmez; karanlığın mütemadî olanıyla karşılaşmaz; hayatını bir zevk zemzemesi şeklinde duyar, yaşar ve ömrünü Yaradan’a şükürlerle yedi-yetmiş-yedi yüz veren başaklara çevirir.
Mükemmel bir mü’min, sadece kendi donanım ve şahsî kıvamına da bağlı kalmaz; o, peygamberâne bir azimle herkese açılır, herkesi kucaklar ve kendini ihmal edecek ölçüde hayatını başkalarının dünyevî-uhrevî mutluluğuna bağlar ve hep bir sahabi gibi yaşar; yaşar da, tıpkı mumlar gibi özündeki aydınlatma usâresiyle sürekli çevresini nura gark eder ve kendine rağmen bir yol izler.. evet o hep gece gibi karanlık iklimleri kollar.. zulmetlerle yaka paça olur.. her zaman par par yanar.. yandıkça içi “cız” eder boynu bükülür ama, ne sürekli yanması, ne de yanıp tükenmesi, onu başkalarını aydınlatmadan alıkoyamaz.
İman yolunun başına sancağını sağlamca saplayabilmiş iman eri, bir hamlede arzı aşar.. gider semalara ulaşır.. yıldızlarla hasbihâl eder.. güneşle münasebete geçer.. ayla arkadaşlık kurar.. ve yürür fezanın derinliklerinde “Refîk-i A’lâ”ya doğru. Yürürken de, her zaman tevazu içinde yüzü yerde ve mahviyet soluklamaktadır.. evet o, gönlüne meleklerin kanadından tüyler takmış gibi, her zaman akıl almaz irtifalarda kanat çırpar durur; kanat çırpar durur ama ne irtifaların baş döndürücülüğü, ne de ruhanîlerle at başı hâle gelme, onun o durulardan duru düşüncelerini bulandıramaz. Başı her zaman bir Âdem Nebi duygusuyla sinesi üzerinde buruk, dudaklarında hiç dinmeyen bir efgan ve ümitleriyle de kıpkırmızı güller gibidir. Güneşe bakar gibi Hakk’a yönelince renklerle köpürür; O’nun mehabetini duyunca da, Sûr sesi almışçasına sabahın şebnemli yaprakları gibi terler.
Onu temâşâ edenler, onun her hâlinden Hakk’ı müşâhedeye menfezler bulur, sonsuza yönelir ve dünyalarını bir sevda yuvasına çevirirler. O, ışığa hasret en karanlık gecelerde ve hazanla sarsılmış bağlarda-bahçelerde çeşit çeşit ışık oyunları gösterir ve çevresine gönlünün mânâlarından demet demet güller, çiçekler sunar.
Bazen duygularını heybet ve mehafetle yoğurur, kavrulmuş sinesini gözyaşlarıyla serinletir; bazen de ümit ve beklentilerinin yollarına su serpiyor gibi yaş döker, hülyalarının çarçabuk gerçekleşeceği tefe’ülü ile sevinç murakabesi yaşar. Ne var ki, imanının enginliği ölçüsünde, her zaman ötelere açık bulunur. Kalbinin ritmine ayak uydurur, mantığını kalbinin kanatlarından tüylerle kanatlandırır; düz akıl ve dünyevî idrakin takılıp yolda kaldığı aşılmaz gibi görülen engebeleri bir hamlede aşar ve mânâ dünyasının şâhikalarına ulaşır.
İman erleri gam ve keder sâikleriyle kuşatıldıkları zamanlarda bile hep huzur içindedirler. Onlar ne devamlı gam çeker ne de kederin süreklisini bilirler. Allah’a intisap ve O’na dostlukları sayesinde, rahatlıkla gamın boynunu kırar; kederi, kendi küdûreti içinde boğar; varsa tasalarını “hüzn-ü mukaddes” renkleriyle bezer ve sıkıntıların arka yüzündeki uhrevî güzelliklerin tül pembe renklerini temaşa ile, elemleri lezzetlere, ızdırapları da doğum sancılarının vaad ettiği inşirahlara bağlayarak, dudaklarından dökülen “of”ları ânında “oh”lara çevirir ve en muzdarip hâllerinde bile çevrelerine kalblerinin diliyle sevinç neşideleri dinletirler. Bir kere de bu çizgiyi yakalayıp ilk nefeslerini böyle uhrevîleştirince, ikinci kez soluklanmada, kalblerini dimağlarına bağlar, akıllarını gönül diliyle konuşturur ve seslerini ta yıldızlar ve yıldızlar ötesi âlemlere duyurarak, vicdanlarının zirvelerinden bütün ruhanîlere, bugüne kadar duymadıkları ne ezanlar ne ezanlar dinletirler. Bu ezanları mü’minin kendisi de duyup zevk edebilir; elverir ki ufkunu dalâlet kirlerinden temiz tutabilsin…
[1] Bediüzzaman, Sözler s.159 (On Üçüncü Söz, İkinci Makam); Şualar s.470 (On Dördüncü Şua).
[2] Bediüzzaman, Sözler s.155 (On Üçüncü Söz, İkinci Makam).
[3] Bkz.: Bediüzzaman, Mesnevi-i Nuriye s.38 (Lâsiyyemalar).
[4] Bkz.: Bediüzzaman, Şuâlar s.658 (On Beşinci Şuâ, İkinci Makam).
[5] Bkz.: Bediüzzaman, Sözler s.16 (İkinci Söz).
[6] Bediüzzaman, Sözler s.334 (Yirmi Üçüncü Söz, Birinci Mebhas, Üçüncü Nokta).
[7] Bediüzzaman, Sözler s.335 (Yirmi Üçüncü Söz, Birinci Mebhas, Üçüncü Nokta).