İnsanlığın İftihar Tablosu, bu mevzuyla alâkalı şu incileri saçar gönül gözlerimizin önüne:
1- Allah bana, tevâzu ve mahviyet içinde bulunmanızı.. ve kimsenin kimseye karşı fahirlenmemesini emretti.[12]
2- Size ateşin kendine ilişmeyeceği insanı haber vereyim mi? Ateş; Allah ve insanlara yakın, yumuşak huylu, herkesle geçimli ve rahat insanlara dokunmaz.[13]
3- Allah için yüzü yerde olanı, Allah yükseltir ha yükseltir; aslında o kendini küçük görmektedir ama, halkın gözünde asıl büyük olan da odur.[14]
4- Allahım, beni benim gözümde küçük göster![15] Ve daha niceleri… Zaten O, hayatını hep bu çizgide geçirmemiş miydi:
a. Çocuklara uğrar, onlara selâm verir;[16]
b. Herhangi biri elinden tutup bir yere götürmek isteyince, tereddüt etmeden kalkıp gider;[17]
c. Ev işlerinde hanımlarına yardım eder;[18]
ç. Herkes bir iş görürken, O da iştirâk ederek, onlarla beraber olmaya çalışır;[19]
d. Ayakkabılarını tamir eder, elbisesini yamar, koyun sağar, hayvanlara yem verir;[20]
e. Sofraya hizmetçisiyle beraber oturur;[21]
f. Meclisini her zaman fakirlere açık tutar;[22]
g. Dul[23] ve yetimleri görür-gözetir;[24]
h. Hastaları ziyaret eder, cenazelerde hazır bulunur ve kölelerin davetine icabet ederdi…[25]
Allah Rasûlü’nden Hz. Ömer’e, ondan Ömer b. Abdülaziz’e, ondan da dünya kadar evliyâ, asfiyâ, ebrâr, mukarrabîn ve çağın devâsâ gönül erlerine kadar, binler-yüzbinler hep aynı çizgide: “Büyüklerde büyüklük alâmeti tevâzu ve mahviyet, küçüklerde küçüklük emâresi de kibir ve enâniyettir.” demiş, ilk mevhibelerini yitirmemiş olanlara insan-ı kâmil olma yolunu göstermiş ve hep tevâzuu yeğlemişlerdir.
Gerçek tevâzu; Hakk’ın büyüklük ve sonsuzluğu karşısında, sıfır-sonsuz nisbetlerine göre insanın kendi yerini belirleyip, bu düşünce ve bu tesbiti benliğine tam mâl etmesinden ibarettir. Bu anlayış tabiatına işlemiş ve bu işleyişle ikinci fıtrata ulaşmış olgun insanlar, halkla münasebetlerinde mütevâzi, mahviyet içinde ve olabildiğince de dengelidirler. Evet, Allah’a karşı yer ve konumunu belirlemiş olanlar, dînî hayatlarında da, halkla münasebetlerinde de, hususî murakabelerinde de hep muvazene içindedirler.
1- Dine karşı tevâzu ve mahviyet içindedirler; onun ne menkûlüyle ne de ma’kûlüyle hiçbir çelişkileri yoktur. Kur’ân-ı Kerîm’in beyânât-ı neyyiresi, sünnet-i sahîha ve hasene ile sabit olan her hususa karşı teslimiyet ve iz’ân içinde bulunurlar. Rasûlullah tarafından tebliğ edilen, bilhassa temsil edildiği bilinen hiçbir meseleye, akla, kıyasa, zevke, siyasete -aslında, dînin ruhunda müstakim akla, sahih kıyasa, selim zevke, şer’î siyasete aykırı hiçbir mevzu yoktur- muhalif görseler bile karşı çıkmazlar.
Bu itibarla, “akıl-nakil çatıştığında, aklı nakle tercih ederiz.” sözü tevâzudan nasipsiz, sözün gerçek mahmilini bilmeyen bencillerin lâkırdısı olduğu gibi, “re’y ve kıyas nassların önünde gelir” düşüncesi bir inhiraf ve sünnet yolunun dışındaki zevkler, keşifler, kerametler de birer istidracdır.
2- Ve yine onlar, tebliğle tanıyıp, temsil ile en küçük farklı alternatiflere bile geçit verilmemesi lâzım geldiğine inanarak, Hz. Şâri’in beyânının dışında her şeye karşı kapanır; zevk ve idrâklerine açılan farklı mülâhazaları da:
وَكَمْ مِنْ عَائِبٍ قَوْلاً صَحِيحًا
وَآفَتُهُ مِنَ الْفَهْمِ السَّقِيمِ
“Nice sağlam ve kusursuz sözleri ayıplayanlar vardır ki, kabahat onların sakat idrâklerindedir.”[26] sözüyle karşılar ve kendi yetersizlikleriyle yorumlarlar.
3- Yine onlar, Kitap ve Sünnet’e muhalif yollarla kurtuluşa erilemeyeceğinin idrâki içindedirler. En büyük güç kaynaklarını da Allah’a kullukta ararlar. Zaten, Allah’a kul olanın başkasına kulluk yapması mümkün olmadığı gibi, başkalarına kulluk zilletinden kurtulamayanların da, O’na sağlam bir kul olmaları düşünülemez. Hz. Bediüzzaman bir yerde meâlen ne hoş söyler: “Ey insan! Kur’ân’ın desâtirindendir ki, Cenâb-ı Hakk’ın mâsivâsından hiçbir şeyi, ona taabbüd edecek bir derecede kendinden büyük zannetme. Hem, sen kendini hiçbir şeyden tekebbür edecek derecede büyük tutma. Çünkü mahlûkat mâbûdiyetten uzaklık noktasında müsâvi oldukları gibi, mahlûkiyet nisbetinde de birdirler.”[27]
4- Onlar, sa’ylerinin semeresini kendilerinden bilmez ve Allah’ın bir imtihan olarak onlara verdiği kıdemi ve kim bilir, hangi mülâhazayla ortaya koydukları sa’y ü gayreti başkalarına karşı aslâ üstünlük vesilesi saymazlar. Halkın hüsn-ü zan ve teveccühlerine bel bağlamaz ve bedel arayışına girmezler. Sevilip sayılmalarını bir ibtilâ kabûl ederek, Allah’ın kendilerine olan lütuflarını etraflarına karşı minnet ve ezâ vesilesi görüp, Hakk’ın ihsanlarını halka karşı sebeb-i istibdat yapmazlar.
Hâsılı, tevâzu hulukullah sarayının cümle kapısı olduğu gibi, Hakk’a ve halka yakın olmanın da en birinci vesilesidir. Gül toprakta biter. İnsan semâlarda değil, yerde üremiştir. Mü’min, secde unvanıyla başı ile ayakları aynı noktada birleşince Allah’a en yakın olur.[28] Hz. Muhammed Mustafa (s.a.s.)’e yapılan gökler davetiyesinin başında, O’nun tevâzu ve mahviyetinin remzi olan ” عَبْدُهُ “[29] kelime-i mübeccelesi yazılmıştır.
اَللَّهُمَّ وَفِّقْنَا إِلَى مَا تُحِبُّ وَتَرْضَى وَاجْعَلْنَا مِنْ عِبَادِكَ الْمُتَوَاضِعِين
Dipnotlar
[12] Müslim, cennet 64; Ebû Dâvûd, edeb 48; İbn Mâce, zühd 16
[13] Tirmizî, sıfatü’l-kıyâme 45
[14] et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat 8/172; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-evliyâ 7/129; el-Bağdâdî, Târîhu Bağdâd 2/110
[15] ed-Deylemî, el-Müsned 1/473; el-Heysemî, Mecmeu’z-zevâid 10/181
[16] Buhârî, isti’zân 15; Müslim, selâm 15
[17] Kadı Iyâz, eş-Şifâ 1/131, 133
[18] Buhârî, nafakat 8, edeb 40; Tirmizî, sıfatü’l-kıyâme 45
[19] Ahmed b. Hanbel, Müsned 2/383; İbn Hişâm, es-Siretü’n-nebeviyye 3/24
[20] et-Tirmizî, eş-Şemâil 78; Ahmed b. Hanbel, Müsned 6/256
[21] Buhârî, et’ime 55; Müslim, eymân 42
[22] Kadı Iyâz, eş-Şifâ 1/131
[23] Buhârî, nafakat 1; Müslim, zühd 41
[24] Buhârî, talâk 25; Müslim, zühd 42
[25] Buhârî, tefsîru sûre (9) 12; Müslim, münâfıkîn 3
[26] İbn Kays, Kıra’d-dayf 1/258; el-Hamevî, Hızânetü’l-edeb 1/192
[27] Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar, 17. Lem’a 2. Nota
[28] Bkz. Müslim, salât 215; Nesâî, tatbîk 78; Ahmed b. Hanbel, Müsned 2/421
[29] “O’nun (Cenab-ı Hakk’ın) kulu” (İsrâ sûresi, 17/1)