Derinleşmiş bir ruhun gönül yamaçlarına akseden en canlı ışıklar, daha çok yol mülâhazası ve murâkabe anında kendilerini hissettirirler. Bu dünyanın şartlarına göre yaratılan insanoğlunun, dönüp kendini Var Edene yönelmesi, mesafelere takılmadan sürekli O’na doğru ilerleyebilmesi oldukça dikkat, temkin, titizlik ve kararlılık isteyen bir konudur. Hemen herkesin, böyle önemli bir mevzûda, ibtidâî ve basit bir fikri bulunsa da, yine de böyle birinin, insanlık kafilesinin rehberliğini derpîş etmiş kimselerin yol belirleyiciliğine itimat ederek, her zaman onların arkasında yol alması, onların merkezî hareketlerinin insiyaklarına kendini salarak sürekli hedef arkasında koşması icap eder ki, hedefe ulaşanlar için çok avantajlı, dökülüp yollarda kalanlar için de helâket sayılan böyle hayatî bir seyahatı arızasız gerçekleştirebilsin. Şayet bu rehberler, o sahanın tecrübeli, bilgili, mârifet eksenli ve vicdan ufuklu üstadları iseler, tereddüt etmeden onların rotasına girilmeli ve hep onların yörüngelerinde hareket edilmelidir; edilmelidir, zira onlar, her zaman Hakk’a ulaştıran en kestirme yollarda yürür.. geçit veren veya vermeyen zirveleri çok iyi bilir.. halvete erebilecekleri ufukları kollar.. vuslat koyları etrafında dolaşır durur.. sürekli hedeften aksisadâlar alır.. bu sesleri kırmadan, çarpıtmadan arkalarındakilere intikâl ettirir.. ve bu uzun seyahatte kendi üzerlerine ve takipçilerin başlarına kabarıp boşalabilecek dalgalara karşı da âdeta birer dalgakıran gibi her şeyi göğüslerler.
Işık-karanlık arası sürüp-giden bu uzun seyahatte, her zaman hedeften gelebilecek bir kısım tecelli paketleriyle karşılaşmak mümkün olabileceği gibi, mukadder bütün vâridlerin, yolculuk sonrası bir iltifat teşrifâtına bırakılması da söz konusudur. Öyle ki, her yolcu bu uzun yollarda bazen, uzakta, hayâl-meyâl çakan bir şuâ ile ürperir.. bazen, sadâkat testine tâbi tutuluyormuşçasına ömür boyu bir tek şûle ile dahi karşılaşmaz.. bazen, geçtiği yollarda, her tarafın ışıklarla tüllendiğini temâşâ eder.. bazen, aralanmış bir gaybî panjurdan gizli gizli gözetiliyor olduğunu hisseder gibi olur ve haşyetle göz-kulak, dil-dudak kesilir; kesilir ve imanı sayesinde kendine açılan böyle bir tarassudu, maiyyete yaklaştığının emaresi gibi değerlendirerek göğüsleyeceği ipe iyice yaklaşmış bir koşucu gibi daha bir heyecanlanır ve daha bir şahlanır.. hatta böyle bir seyahatte meleklere iştirak ettiği hissiyle öyle bir coşar ki, kalbinin ritminde bütün göklerdeki âhengin sesini duyabilir.
Bu yolda, basiret ve idrak erbabına, yerinde sağanak sağanak ve yerinde çiseleme ve çiy şeklinde gelen vâridler, hep aynı değer, aynı evsaf, aynı renk, aynı şive ve aynı dalga boyunda gelmezler. Yol boyu her zuhur ve tecelli, inancı ve ihlâsı ilk şart olmak üzere her hizmet erinin, ufkunun berraklığı, gönlünün şeffaflığı, idrakinin enginliği ve metafizik yanının derinliği ölçüsünde sık sık karşılaşacağı birer seyahat armağanıdır. Bu armağanların kimisi, mahfazasından bellidir ve şuurla buluşur-buluşmaz da hemen şükre dönüşür.. kimisi, motif ve sembol ambalajlıdır; ancak dikkat ve basiret nurlarıyla çözülebilir.. kimisi, cismaniyet ve beden ufkuna çarparak simsiyah bir örtüye bürünür ve Hak’la münasebetimizi yenilememizi ve olumlu yorumlara kapıların aralanmasını bekler.. kimisi de günah ve hatalarımızın alacakaranlığında, yer yer Hak rahmetinin enginliği sayesinde ümitlerimizle buluşsa da, çok defa yeis ve hicranlarımızın rengine boyanarak -bunu biraz da havf ve recânın birbirine galebesi belirler ve icabında farklı bir tablo da ortaya çıkabilir- düşünce ufkumuza bir zift gibi akmaya başlar.
Bu armağanlar, davranışlarımızı belli bir çerçeve içine zorlayan tavırlar, tembihler, ikazlar hangi dalga boyunda gelirse gelsin, böyle bir yolda yürümeye muvaffakiyeti vuslata davet sayanlar, en derin uykularda olsalar da, bir gün mutlaka uyanır, ruhlarının, ezelî âşinası bulunduğu Sonsuz’un sesini duyar ve ömürleri vefâ ettiği sürece de hep bu iltifat çağrısı arkasında koşar dururlar. Böyle bir maraton için, eğitimli atletler gibi gerilmiş her gönül eri, bilhassa bâd-i tecellinin estiği geceleri, Hakk’a yürüme mevzuunda birer rıhtım, birer liman, birer rampa kabul ederek, seccâdesiyle hasbihâle geçtiği o en aydınlık dakikalarında, gönlünün heyecanlarını gözyaşlarıyla yoğurup ruhunu besleyen gönül saksısına bir kuvve-i imbâtiye gibi boşaltabilmişse, artık, rahmet arşının, onun adına iltifatlarla boşalmasında şüphe edilmemelidir…
Her ferde, liyâkatinin kat kat üstünde iltifatlarda bulunma âdeti olan Rahmeti Sonsuz, hiç mümkün mü ki, O’na koşan vefalı yolculara -hâşâ!- alâkasız kalsın.. ve harem-i hâssına ihlâs sermayesiyle yönelenleri hususî teveccühleriyle ağırlamasın..! Aslında, böyle bir ilâhî âdet olmasa ve hiç kimseye iltifatta bulunma sözü verilmese bile, herkes o Ezel ve Ebed Sultanı’na intisap etmiş olmayı, önceden alınmış bir avans gibi kabul etmeli ve her nefes alış-verişinde bir sadakat kahramanı gibi sürekli O’nu soluklamalıdır. “İşler yolunda gitmedi, gökten vâridat inmedi” diye çocuklar gibi küsme tavrına girmemeli; rıza bilmez seviyesizler gibi müteessir olmamalı; yolun zorluğunu ve uzunluğunu düşünerek mesafelere yenik düşmemelidir; aksine, hep “sular gibi çağlamalı, Eyyûb gibi ağlamalı” gezip dolaştığı her yerde sadece O’na gönül bağlamalı; O’nu görme, O’nu duyma, O’nu bilme mülâhazalarıyla oturup kalkmalıdır ki, ebediyeti peyleyebilecek kredilerini çocuk oyuncağı türünden bazı şeyleri elde etme yolunda harcamış olmasın; olmasın ve Allah’ın lutfettiği genişlikleri his ve hevesleriyle daraltmasın; rahmetin her şeyin önünde olma esprisine, himmetin her şeyi kucaklayan genişliğiyle mukabele ederek zımnî bir ilâhî mukavelenin gereklerini, tabiî O’nun büyüklüğü ve kendi küçüklüğü ölçüsünde yerine getirebilsin..
O’na doğru uzanan bir uzun yolda herkes, biraz da karakterini teşkil eden hususların sevki ile bazen yer de değiştirebildiğinden; hatta yer değiştirirken kaymalara da mâruz kaldığından her vakit konumunu koruyamayabilir; koruyamayabilir ve bazen gidip dairenin en dış çemberine çarpacak kadar merkezden uzaklaşabilir. Öyle ki, dünya kadar insanın iltifat sağanaklarıyla zevkten zevke girdiği aynı anda o, olup biten inkişafları tıkanma, fütûhâtı inkıbaz, başarı şerhâyinlerini şov, gülbankları da mağlupların tesellisi sayabilir. Hemen her dönemde, muvakkaten kervandan ayrılan böyle mütehayyirler olmuştur ve olacaktır da. Ancak, pek çoğu itibarıyla çok defa böyle geçici kopukluğun ruhlarında hasıl ettiği ürperti ve gerilimle, sıçrayıp bir hamlede merkezdeki yerlerini almış, hatta ayrılık hasretinin sıcaklığı ile, daha farklı bir bütünleşme, bir kıvam sergileyebilmişlerdir. Ne var ki, böyle bir metafizik gerilim elde etme için, irâdî olarak kafileden ayrılmayı tasvip etmek de mümkün değildir; zira her ayrılış, aynı zamanda bir kayma ve durdurulamayan, hatta dönüşü olmayan bir akıntıya kapılma ile de sonuçlanabilir. Bu itibarla da, genel kitle ile aramızdaki mesafe boşluğunu ufkî aşabiliriz mülâhazasıyla, âkıbeti meçhul böyle bir maceraya girilmesi kat’iyen tecviz edilemez. Yukarıda işaret edildiği ölçüde irâdî olmayan ve kasda iktiran etmeyen her sürçme ve devrilmenin “ba’sü ba’del mevt” vadeden bir yanı olsa da, her zaman aynı neticeyi istihsal etmek söz konusu olmayabilir. Muhtemel bir füyûzât hissi ve ruhî kıvam adına, muhakkak gibi görülen böyle bir felâkete vicdanın “evet” demeyeceği kanaatindeyim.
Kafile içinde kalmak, genel çizgiyi korumak, rehberi ve işaretçileri takip etmek sayesinde, insan zaman zaman sarsıntılara düşse ve merkezle irtibatında tezelzüller yaşasa da, her defasında, çekim gücü yüksek bir kısım aydınlık ruhlarla karşılaşabilir ve yolda bulunma şuurunu sık sık bileyerek her zaman canlı, taze ve güçlü kalabilir.. kalabilir ve sürekli yol alan bir toplumla müşterek hareket etme esprisi sayesinde hep zirveden zirveye sıçrayarak, yoldaki işaret ve işaretçilerin gösterdikleri ışık kaynağına karşı hasıl olan iştiyakla, her gün, her saat, her dakika ruhunda köpüren yeni bir diriliş neşvesi duyabilir.
Böyle bir seyahat kahramanı, hiçbir zaman işini, rastlantıların eşdeğerde olmayan akıntılarına bırakmaz. El verdiği kimseler hep, kendini sarpa uğratmayacak merkezî şuuru kullananları arar.. her zaman, ciddi, vakarlı, temkinli ve çizgi çizgi ruhunun derinlikleri çehresinde tebessümleşmiş kafile başlarını takip eder.. sadakat, sorumluluk ve mükellefiyet kahramanı diğergâm ruhların arkasında olur.. ve her işinde ihlâsla hep ilerilere, daha ilerilere geçmek için kalbinin bütün heyecanıyla çırpınır-durur.. çırpınır-durur ve kabiliyetine göre bir taraftan amudî (dikey) veya ufkî (yatay) mesafelerle savaşırken, diğer taraftan da mazhariyetlerinin şuur ve idrakinde olarak, tıpkı Kutup Yıldızı gibi sürekli kendi çevresinde döndüğü hissiyle, aksiyon-düşünce iç içe pek çok zamanı birden yaşar.
Hâsılı, sabredilip yoldan çıkılmaz ve yol mülâhazaları da, hedefe ulaştırma ümidini, yönlendirici rolünü tam oynayabilirse, topyekün kafile ve onun molekülleri sayılan fertler, şuurî, gayr-i şuurî bu kafileler ırmağının ona doğru akıp gittiği ummana, bugün olmasa da yarın mutlaka ulaşır ve azimlerinin alnındaki ter damlalarını kevserlere dönüşmüş olarak yudumlarlar. Evet, dış yüzü itibarıyla, kendi iradeleriyle değil de kitlenin insiyakıyla sürükleniyormuş gibi görünen kalabalıkların yol alışı, şuurlu merkezî hareketin tesiri sayesinde, ferdî aksiyonu çok aşkın pek çok zafer ve vuslat projesinin birden gerçekleştiği şekilde çok vuku bulmuştur.
Yollarda her zaman tekrarlanan, tekrarlandığından ötürü de ancak, şuurlu bakışlarca seçilebilen bu durgunluk görünümündeki aksiyonlar, bu dar mekanlı sıkışık kıpırdanışlar, bu hafif ve sessiz ilerleyişler, bu halk albenili cehdler, gayretler, sığlıklarında ummânların ürperten derinliklerini, sükûtlarında göklerin hareket ve enginliklerini, basitliklerinde ruhanîlerin semâvîliklerini saklamaktadırlar.. saklamaktadırlar ve ümit edilmedik bir yerde, ümit ve beklentileri aşkın sürprizlerle kahramanlarının karşılarına çıkacaklarında da şüphe yoktur. Bütün bu cehdler, gayretler, fedakârlıklar aka aka veya kaynaya kaynaya mevsimi gelince mutlaka kıvama erecek; uğrunda canların feda edildiği hakikat, karşı tepelerin arkasından zuhur eden bir dolunay veya yüzlerce şafak emaresiyle geliyor olduğu müjdesiyle, tulûunu gözlemeye koyulduğumuz bir güneş gibi yavaş yavaş belirecek; gözlerimizin içine gülerek bize ömürlerimizin ikbâlini fısıldayacak, ışık hüzmeleriyle içimize akacak ve çehrelerimize kendi boyasını çalarak, alıp bizi kendi dünyasında eritecektir.