Nefis, hilkat itibarıyla kurbete açık özelliğinin yanında, ihmal edilip yüksek ufuklara yönlendirilmediği zaman bir zift kaynağı haline gelme konumundadır. O, iman, islâm, ihsan, marifet ve muhabbetle beslenip yeni bir tabiat kazanmadığı/kazandırılmadığı takdirde kalb ve ruh ufkunu karartan bir unsur haline gelecek ve şeytan tarafından içine atılan bir kıvılcımla insanın ötelere açık ledünnî yanını ise-dumana boğacaktır. Allah onu bu iki yönüyle mahiyet-i insaniyenin bir parçası haline getirmiştir ki, aciz ve zayıf olan insan, şeytan-şeytanlar karşısında çizgisini koruma adına sürekli Cenab-ı Hakk’a teveccühte bulunsun ve “Tut elimden, tut ki edemem Sensiz!” mülahazasıyla otursun kalksın. Onun varlığı, düşünen ve bilenler için ızdırârî olarak ebedi mihraba müteveccih bulunmanın ters yandan bir sebebi mahiyetindedir.
Bunu böyle bilip teveccüh-i tam ile Hakk’a yönelenler, maiyyet şualarıyla her şeyi doğru görür, doğru değerlendirir ve hep Hak vesayetinde olurlar; aksine nefis ve şeytanın o bitip tükenme bilmeyen husumetine karşı iman-ı ekmel, islâm-ı ekmel ve ihsan-ı mükemmel donanımı içinde bulunmazlarsa, farkına varmadan inkâr, ilhad ve mâsiyet girdaplarına kapılıp gitmeleri kaçınılmaz olur; özel bir inayet imdada yetişmezse geriye de dönemezler.
Nefis ve şeytanın değişik yollarla insanın kalb ve kafasını kirletmesine karşılık, amelle gerçek rengini alan ilim bir set oluşturabilir; oluşturabilir ama bu da tamamen ilim sahibiyle alakalıdır. Onun sesi-soluğu sayılan ilmin menfaate medar olması, ihlasa, ihsana, marifete, muhabbete meşcerelik yapabilmesine bağlıdır. Yoksa كَمَثَلِ الْحِمَارِ يَحْمِلُ أَسْفَارًا “…Ciltlerle kitap taşıyan merkep misali.” (Cuma sûresi, 62/5) fehvasınca böyle bir âlim بَلْ هُمْ أَضَلُّ (A’raf sûresi, /179; Furkan sûresi, 25/44) tokadıyla payını aldığı gibi onun ilminden bir şey beklemek de bir aldanmışlıktır. Hele günümüzde emsal-i kesîresine şahit olduğumuz içtenleştirilmemiş ilim!.. Böyle bir bilgi, olsa olsa kibre, gurura, ucbe, fahre vesile olur; olmaktadır da. Bu şekilde ilmi dünyevîliğe vesile kılan “ulemâu’s-sû (ilimlerini kötü yolda kullanan alimler)”, şeytan ve nefs-i emmâreden daha zararlıdırlar. Esasen bilgi ve irfan öteleri gösteren birer pusula vazifesi görebildikleri ölçüde birer kıymet ifade etseler de, kalbî ve ruhî hayata yükselme adına bir fonksiyon eda etmiyorlarsa, durum yukarıdaki ayetle işaretlendiği gibi olacaktır.
İlim odur ki, kesif ve cismani bir varlık olan insanın özündeki ruhaniliği inkişaf ettirerek onu kanatlandırıp melekût âlemine yükseltsin. Aksine o, marifet gurbeti ve muhabbet yetimliğiyle baş başa bırakıldığı zaman cahil kitleleri hayvaniyet vadilerine sürükleme unsuru haline gelecektir. Hali bu olan erbab-ı ilmin ve onlara takılıp gidenlerin mesâvîden mesâvîye yuvarlanmaları, değişik levsiyatla kirlenmeleri, kalb ve ruhlarının ziyasını söndürmeleri de kaçınılmaz olacaktır. Gerçek ilim, kendini bilme, bu bilgi teleskobuyla kâinat kitab-ı kebîrini okuma ve bu adeseyle öteleri, ötelerin de ötesini temaşaya koyulmanın unvanıdır. Ne hoş söyler bizden biri olan Yunus Emre:
“İlim, ilim bilmektir; ilim kendün bilmektir.
Sen kendüyü bilmezsen, ya nice okumaktır?!.”
Bu konunun erbabı ehlullah, şeytan şerarelerine kapanma, nefis tezkiye ve terbiyesini ele alma konusu üzerinde bir ibadet hassasiyetiyle durmuş.. şeyâtîn sinyallerine karşı kalb kapılarını bütün bütün kapatıp sürgülemiş.. nefs-i emmâreyi, kalbin vefadar bir refiki haline getirme adına çırpınıp durmuş.. bu hususta başı hep Hak kapısının eşiğinde, eli o kapının tokmağında, ah u efgan ve niyaz-ı câvidân ile inleyip durmuş.. değişik çile yollarını değerlendirmiş.. inzivalarının ziyadar iklimlerine sığınmış.. “Ya Hak, ya Ferd, ya Hay, ya Kayyûm…” demiş inlemiş.. sonra da dönüp bu içten sızlanışları, مَا عَبَدْنَاكَ حَقَّ عِبَادَتِكَ، مَا عَرَفْنَاكَ حَقَّ مَعْرِفَتِكَ، مَا ذَكَرْنَاكَ حَقَّ ذِكْرِكَ “Sana hakkıyla kulluk yapamadık.. Seni marifet-i tâmme ile bilemedik.. Seni gerekli ölçüde zikredip anamadık…” iç çekişleriyle kafiyelendirmişlerdir.
Bazı ulema-yı zâhir, nefsi, insanın iradî olarak mesâvî-i ahlaka temayülü, muharremâta inhimâkı şeklinde görmüş; onu, kibir, gurur, haset, öfke, su-i ahlak, dünyaya meyl ü muhabbet, saltanat ve debdebe zaafı, alkışlanma arzusu… gibi şeytan dürtüleri türünden insanda ahlak-ı seyyie şeklinde sayarak, “Nefsin müstakil bir varlığı yoktur.” demişler ise de umum fuhûl-i ulema meseleyi öyle görmemiş ve bu yaklaşımı temel kaynaklara aykırı bulmuşlardır.
Benzer şekilde bazı bilginler de onu ruh, karakter, kan, gen türünden farklı anlamlara gelen bir unsur olarak mütalaa etmişlerdir. Ancak bütün bu yaklaşımlar, işin erbabı muhakkıkîn tarafından sorgulanmış ve doğru bulunmamıştır; bulunmamış ve nefsin mahiyetiyle alakalı şu hususlar serdedilmiştir: Nefis terbiye ve tezkiyeye tabi tutulmadığı zaman menba-ı şer ve vesile-i mesâvî-i ahlaktır; tıpkı ruh gibi âlem-i emirdendir ama şerlere açık bir unsurdur. O, mahiyeti bilinip tezkiye ile terakkisine gidilmediği takdirde, tıpkı bir şeytan gibi insanı esfel-i sâfilîne sukut ettirecek bir muzır mekanizma; zimamı ele geçirilip kalb ve ruh ufkuna yönlendirilebildiği takdirde ise -daha önce de işaret edildiği gibi- latîfe-i rabbaniye refakatinde sahibine teslim olmuş bir yâr-ı vefâdâr haline gelecektir. Bu hususa işaret nev’inden, seyyid-i kelâmi’l-beşer olan kelâm-ı Seyyidi’l-beşer’de mealen konuya şöyle temas edilir: “Benim de nefsim, şeytanım var ama bana teslim oldu ve şimdi iyilik duygularını dillendirmeye durdu.”[1]
Aynı husus asliyet ölçüsünde olmasa da zılliyet planında evliya, asfiya, ebrâr ve mukarrabîn için de söz konusudur. Ne var ki, onu o yüce ufka yükseltmenin kendine göre bir kısım yol ve yöntemleri vardır. Her şeyden evvel insanın emrolunduğu şeyleri derin bir ihlas şuuruyla yerine getirmesinin yanında, günah ve masiyetlere karşı da kararlı durması, çok küçük dahi olsa sürçmelerinde hemen istiğfar, tevbe, inâbe ve derecesine göre evbe kurnalarına koşması, her zaman ciddi bir arınma gayreti içinde bulunarak “ahsen-i takvim”e mazhariyetinin hakkını verme çırpınışlarıyla gözünün hep dergâh-ı ilahi kapısında olması, tefekkür, tedebbür, tezekkür, dua ve riyazetle teveccüh ettiği gaye-i hayalin tahakkuku için inleyip durması nefsi pozitif hale getirmenin olmazsa olmaz esaslarındandır. Böyle bir rehabiliteye tabi tutulmazsa, nefsin, mahiyet-i insaniyede kapı ve penceresi şerre açık tabiat-ı beşeriye, gazap ve öfke cenderesine, şehvet ve bohemlik ağına, şöhret ve takdir edilme tuzağına takılması kaçınılmaz olur.
Evet, nefis, metapsişik donanımıyla dipdiri kaldığı sürece kalbî ve ruhî hayat mülahazaları da hayal olacak veya unutulup gidecektir. Onun ağzına, ifade edilen disiplinlerle fermuar vurulmadığı ve Kur’an, Sünnet esaslarına göre tezkiyeye tabi tutulup meâlîye yönlendirilmediği sürece o, insan mahiyetinde bir yılan, bir akrep olarak kalmaya devam edecek; sürekli kalbi ısıracak, ruha acılar çektirecek ve insanı ajite edip duracaktır. Bu konu itibarıyla onu, Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem): أَعْدَى أَعْدَائِكَ نَفْسُكَ الَّتِى بَيْنَ جَنْبَيْكَ “Senin en can alıcı hasım ve düşmanın, kendi mahiyetindedir.”[2]nurlu beyanlarıyla resmetmektedir.