İnsan, hilkat zincirinin min vechin son halkasıdır. Ezelden ebede yaratılışlar devam etmiş/etmektedir. İnsan, nezd-i ilâhîdeki kıymeti, câmiiyeti ve esfel-i sâfilîn ile a’lâ-i illiyyîn arasında gel-gitlere açık durumuyla göz alıcı bir konumu hâizdir. Yerinde yürür aşar melekler kuşağını, oturur kurbet tahtına; yerinde sukut üstüne sukutlar yaşar, güldürür şeytanları kara bahtına. Onun kendisine saygısının ifadesidir basiretinin ötelere açık olması ve ruhânîleri imrendirmesi; saygısızlığı sayılır ervâh-ı habîseyi sevindirmesi ve “ahsen-i takvîm”e mazhariyetine aykırı hareket etmesi. O, donanımı itibarıyla hem Allah’a, hem mele-i a’lânın sakinlerine, hem kendine, hem de bütün insanlara karşı müstesna konumuna göre bir tavır sergileme durumundadır.
Her şeyden evvel insan, bir nefha-i ruh-i ilâhî olması itibarıyla, esası sayılan bu öze tazim ve tekrîmle mükelleftir ki, bu da onun kalb ve ruh açısından paslanmamasını iktiza eder/etmektedir. Böyle bir paslanma onu, hep aklında tutması gereken teyakkuz ve temkinden uzaklaştırarak, muhtemel iştikaklarından (“insan” kelimesinin, kendisinden türemiş olma ihtimali olan sözcüklerden) biri olan ve varlığının nüvesi sayılan “nisyan” gayyasına yuvarlar ve diğer muhtemel iştikak esası kabul edilen “üns”ten ve her zaman kendine açık bulunan “üns billâh” ufkundan uzaklaştırır. Böylesi bir gayyaya yuvarlanmaması adına, bu iki şeyin yol ayrımında bulunan Hak yolcusu için, tevhîd düşüncesi, zikir-fikir ameliyesi, bitip tükenme bilmeyen bir nefis muhasebesi, sık sık Hak karşısındaki konumunu kontrol etmesi olmazsa olmaz esaslardandır. Bütün bunların ihsan şuuru içinde cereyan etmesi de olanların tamamiyeti adına hayati bir esastır. Bu esaslar çerçevesinde sürdürülmeyen bir hayat ve bir “seyr ilâllah”ın inhiraflardan azade kalması çok zor ve hatta imkânsızdır.
Kâinat, bir âlem-i ekber (makro âlem); insan ise, binnisbe bir âlem-i asgar (mikro veya normo âlem). Fihrist mahiyetindeki bu küçük âlem, o büyük iç içe âlemlerin bir numunesi ve bir özü mahiyetindedir. Ne var ki, zahiren küçük görülen bu âlem-i asgar, muhteva, misyon ve “Hakikatü’l-hakaik”a âyinedarlık itibarıyla bütün kevn ü mekanlar mazmununu câmi’, Hakk’ın kenzen bilindiği bir özetler özeti zenginliğindedir. Ondaki bu muhteva enginliğini ifade sadedinde Hazreti Ali efendimiz;
وَتَزْعُمُ أَنَّكَ جِرْمٌ صَغِيرٌ وَفِيكَ انْطَوَى الْعَالَمُ الْأَكْبَرُ
der ki, isterseniz bu veciz beyanı, Akif merhumun manzum ifadesiyle dillendirip geçelim:
“Haberdar olmamışsın kendi zâtından da hâlâ sen,
‘Muhakkar bir varlığım!’ diyorsun, ey insan, eğer bilsen,
Senin mâhiyyetin hatta meleklerden de ulvîdir,
Avâlim sende pinhandır, cihanlar sende matvîdir.”
Ne var ki, insanların çoğu nazar darlığı ve basiretsizliklerinden kâinatlar karşısındaki bu engin konumlarından habersizdirler ve konuya maddî anatomileri açısından bakarak, mahiyet-i insaniyeyi havsalalarının darlığına göre yorumlamaktadırlar. Oysaki Allah, insanın kendini doğru okumasını istemekte ve bu marifetle onu Zâtına kulluğa yönlendirmektedir. İşte şâhid-i semâvîsi: وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَالْإِنْسَ إِلَّا لِيَعْبُدُونِ “Ben, ins ü cinni, Beni bilsinler, Bana kullukta bulunsunlar diye yarattım.” (Zâriyât, 51/56) Ama ne gariptir ki, Cenâb-ı Erhamürrâhimîn’in çok derin bir muhteva ile yarattığı bu mükerrem ve muazzez varlığı, o dar cismâniyeti ve anatomisiyle ele alıp değerlendirenler, onu o kıymetler üstü kıymetinden cismaniyet derekesine düşürerek küfür, şirk ve dalalet unsuru haline getirmişlerdir; getirmiş, kalb, ruh, sır ve daha ötesi derinlikleriyle onu bir müteharrik mezar durumuna düşürmüşlerdir.
Böyleleri keşke, maddî anatomileri itibarıyla bir arızaya maruz kaldıklarında işin uzmanlarına başvurdukları gibi, kalb, ruh ve sair letâifin kibir, gurur, ucub, bakış inhirafı ve ön yargı gibi objektif mütalaaların önünü kesen gulyabanilerden sıyrılması için de akl-ı selim, kalb-i selim, ruh-i selim, hiss-i selim seralarına sığınma ve kendilerini bu düşünce yol kesicilerinin yanıltıcı atmosferinden kurtarma cehdi sergileyebilselerdi!..
Bütün bunlar mümkün ama çok da kolay değil; zira bir kere onlar hevâ-i nefis girdaplarına kendilerini salmış ve hedefsizliğin zebunu olmuşlar.. evet, bunların çoğu, hevâ-i nefsine uyarak, hem de taparcasına onun istediklerine takılmış, illetlerinden habersiz sürükleniyorlar bir onulmazlık ummanına doğru. Bir Arap şairi, قَدْ لَسِعَتْ حَيَّةُ الْهَوَى كَبِدِي … فَلَا طَبِيبَ لَهَا وَلَا رَاقِي “Hevâ-i nefis yılanı ciğerimi ısırdı; gayrı ne tabip ne de efsuncu bir şey yapabilir.” diyerek, bu feci akıbeti ne güzel ifade eder.
Böyleleri bir an evvel ciddi bir nedamet hissiyle tevbe, inâbe ve evbe kurnalarına koşarak arınmazlarsa, kalbî ve ruhî hayat itibarıyla ölmüş sayılırlar.
Oysa Hakk’a aşina, gözü hep ötelerde erbab-ı kemali ifade eden bir güzel sözde şöyle buyrulur: “Cehennem’den âzâd olmuş birini görmek isterseniz ilm-i hakikat talibinin yüzüne bakınız.”