Feyiz kaynağı, Efendimiz (sallallahu aleyhi vesellem); aynı duygu, aynı hisle O’nun takipçileri hiç mi hiç eksik olmamıştır. Gözüyle-gönlüyle her zaman O’nu temâşâ zevki ile mahmur yaşayanlar, o hal ile hallenme heyecanı içinde sürekli önlerindekini izleyip durmuş ve O’na ulaştıran güzergâhı hiçbir zaman yolcusuz bırakmamışlardır. Gözler her zaman “Hâle”de, gönüller daha ötesinin temaşasına teşne, yüzler-binler, gözlüyor olma mirsâdıyla durmadan “Öteler ve öteler ötesi!” deyip O’na doğru kanatlanmış, düşe-kalka yürüyenlere yürüme âdâbı tâlim edegelmişlerdir. Hakk’a iman, sinelerde kıpır kıpır bir heyecan kaynağı.. marifet ve muhabbet, duygu ve düşüncelerde par par parıldayan bir meşale.. o her şeyin gerçek sahibine iştiyak, sonsuza uzanan yolları aydınlatan bir projektör.. “iştiyak-ı likaullah”, duygu ve düşüncelerde sönmeyen bir enerji kaynağı.. gönüller, her zaman Hâle’dekilerin ufkunu müşahede heyecanıyla çarpmakta.. yürümüşlerdir teklemeden verâlar verâsına.. ne yorgunluk ne bıkkınlık; basiretleriyle görüldüklerini değerlendirerek, vicdan mekanizmasıyla ufuk ötesi âlemlerde seyahat azm u ikdâmı içinde bulunup bu hâle dem tutmuşçasına kalbleri haşyetle çarparak ve bütün maddî-manevî anatomileriyle râşeler sergileyerek koşmuşlardır Hâle’dekiler şehrâhına doğru.
Derinlerden derindir iman ve irfanları.. tamdır maddî-manevî donanımları.. sıyrılmışlardır bütün benlikleriyle dünya ve mâfîhâdan.. ayaklarının altına almışlardır nefis ve hevânın kirli dürtülerini.. zirvelerde kanat açmışlardır ama tir tirdir gönülleri.. inler dururlar günahlarla kirlenmiş mücrimler gibi.. sorgularlar en derin endişelerle sabah-akşam kendilerini.. vird ü zeban edinmişlerdir,
“Bu günahlarla tartarsa beni Hazreti Rahman,
Kırılıverir arsa-ı mahşerde arş-ı mizân.”
mülahazalarını. Sızlanır dururlar gece-gündüz bu içe dönük hislerle.. hep zirvelerdedirler ama her zaman tevazu ve hacalet duygusuyla oturur-kalkarlar.. tiksinti duyarlar takdirden, alkıştan.. nefret ederler şan, şeref ve ihtişamdan.. insanlardan bir insan görüntüsü sergilerler her halleriyle.. kendilerine atfedilen güzellik, başarı ve fevkaladelikleri sahibinden bilir ve tahdîs-i nimet mülahazasıyla rükû durumundan hemen secde tavrına yönelirler.
“Değildir bu bana lâyık ben bir bende,
Bana bu lütf ile ihsan nedendir?!.” (M. Lutfi Efendi)
hissiyle kendilerini bir kere daha yerden yere vurur; tevazu ve mahviyet dillendirmeye dururlar. Huy edinmişlerdir Kur’ân’ın şu önemli düsturunu: “Sana lütfedilen güzellikler Allah’tan, başına gelen bela, musibet ve kötülükler de senin kendindendir.” (Nisâ sûresi, 4/79). Unutmazlar yıllar ve yıllar geçse de irtikâp ettikleri bir hatayı, bir zelleyi.. unuturlar binlere kâfi gelecek yaptıkları iyilikleri ve güzellikleri.. gelse akıllarına göz kamaştıran bir muvaffakiyet ve zafer, “Vifak ve ittifaka Allah’ın tevfiki…” der sıyrılıverirler işin içinden. Bunlardır Hak yolunda yürüyen adanmışların karakterleri ve gönülleri Hâle’de rızaya kilitlenmiş âbide şahsiyetlerin sabit halleri…
Şimdi, kırık-dökük bir kısım ifadelerle de olsa, gözleri, gönülleri Hâle’de Hak kapısının sâdık bendelerinin kendileriyle yüzleşmeleri adına “deryadan bir katre” deyip bazı örnekler üzerinde durmak istiyorum:
İmam Zeynelâbidîn, nübüvvet şecere-i mübarekesinin nurefşân meyvelerinden âbide bir şahsiyetti.. Baba Hazreti Hüseyin, nine Hazreti Fatıma, dede Haydar-ı kerrâr, Şah-ı merdan ve dedeler dedesi ise Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’dı (aleyhi ekmelüttehâyâ). O, bu aydınlık dünyada hayata gözlerini açmış, hep âb-ı kevser yudumlaya yudumlaya boy atıp gelişmiş bir bahtiyar ve her zaman Hakk’a müteveccih bir kalb ve ruh insanıydı. Öyle ki rüya ve hülyalarında dahi mesâvî ile tanışmamış, her göz açıp kapayışında Hâle temaşasıyla kendinden geçmiş, sürekli o feyiz kaynağı istikametinde vuslat arzu ve iştiyakıyla kanat çırpıp durmuştu.
Duygu ve düşüncesi bu, arzu ve emeli o nuranî çizgi olmasına rağmen hep
“Cânân dileyen dağdağa-i câna düşer mi?
Cân isteyen endişe-i cânâna düşer mi?!.” (Seyyid Nigârî)
mülahazasıyla kendini sıfırlayarak, sürekli “O” deyip durmuş ve gözlerini bütün bütün ağyar âlemine kapamıştı. Zira o, basar ve basiretiyle mütemadi bir Hâle temaşası içindeydi.. gönlü onlarla aynı ziya içinde bulunma heyecanıyla çarpıp duruyor ve kulluk hakkını bu zirveler üstü zirvede eda etme iştiyakıyla oturup kalkıyordu.
Bu hususta kelime darlıklarına takılmadan mazmun yörüngesinde konuyu götürmeye çalışacak, bazen bir kısım fasılları atlayıp onun o canhıraş çığlıklarının seslendirildiği ifadeler arasında dolaşacak, bazen de istidradî mülahazalarla durum değerlendirmelerine temas edip ondaki o iç sızlanışları nefsim gibi nefislere duyurma tasdi’inde bulunacağım. Şimdi ifadelerdeki mazmuna bağlılığın göz ardı edilmemesi kaydıyla diyorum; Hazret’in hiçbir zaman dilinden düşürmediği nağmelerdi şu içten sızlanışlar:
“Allahım! Yapageldiğim hata ve günahlar ruhuma bir zillet urbası giydirdi. Senden ayrı düşmekle -Neye ayrı düşme diyorsa?!- kendimi ciddi bir meskenet libası içinde buldum. İşlediğim devâsâ hatalar -Yüz bin defa hâşâ!- kararttı kalbimi; Sana sığınırım ey biricik Matlûb u Maksûd u Mahbûb’um! Ciddi bir tevbe ameliyesiyle dergâhına teveccühümü kabul buyurarak, beni bir ‘ba’s-ü ba’de’l-mevt’ ile yepyeni bir dirilişe erdir. -Sen de diri değilsen, bilmem ki ben gibi mezar-ı müteharrik bedbahtlara ne demek, nasıl sızlanmak düşer?!- Kasem ederim ki, ben hiçbir zaman yaralarımı sarıp sarmalayacak ve derdime derman olacak Senden gayrı birini bilmedim, bilmiyorum ve her şeye rağmen huzurunda el pençe divan tavrıyla affedilme intizarı içindeyim. Kovarsan bendeni hangi kapıya yönelir ve kime sığınabilirim? Kovulursam o kapıdan vay benim halime ve utanılacak ahvâlime!..”
A be gözümün nuru, biz seni ve emsalini o Siyer aynalarında yüzünüz yerde içten iniltilerinizle tanıdık. Bu âh u vâh’a sebep, Hak’la engin münasebetin konumu açısından rüyalarında bazen hayaline çarpan gelip geçici sis-dumansa, evet eğer iniltilerini tetikleyen bunlarsa, ne mutlu sana.. ve vay haline o sis-duman içinde ömür geçiren bencileyin çağın tali’sizlerine ve kendini dindar sanan teologlarına!
Bu deyip ettikleriyle yetinmeyip inilti bestelerinde daha bir meyan yapar ve içini çekerek farklı bir sızlanış faslına geçer:
“Ey en büyük günahları bile bağışlayan ve çâk çâk olmuş sineleri şefkatle sarıp sarmalayan yüce Rabbim! Senden, o yüz karartan günahlarımı yarlıgayıp affetmeni, o utandıran hatalarımı setretmeni, bağışlayıcılığının o sıcak atmosferinde re’fet ve rahmetinle sıyanet buyurdukların arasında bendeni de bağışlamanı diliyor ve dileniyorum.”
Keşke bu sızlanışların yüzde biri mabetlerde ömür geçiren, zaviyelerde caka yapan, dinî mektep görünümlü gaflet yuvalarında ömür tüketen ve hayatlarını “yaptım, ettim” hırıltılarıyla geçiren taklit sürülerinin ruh dünyalarında da bulunabilseydi!..
Hazret, iniltileri ayyukta iç döküşlerini devam ettiriyor:
“Eğer günahlara tevbe ve inâbe, gönülde duyulup hissedilen bir pişmanlıksa, yeminler olsun, edip eylediklerime bin pişmanım! ‘Estağfirullah’ deyip Senden bağışlanma dileğinde bulunmak hataların ref’ine bir vesile ise, en içten nedametlerle inliyor ve bu biçare kapı kulunu bağışlamanı diliyorum!”
Geçiyorum bazı iç çekiş ve sızlanışları, bunları saygıma verebilirsiniz. Söz yine onda:
Allahım! Kullarına tevbe kapılarını ardına kadar açan, tevbe-inâbe unvanıyla bunu bize bir bişâret gibi sunan ve ‘Ey mü’min kullarım! İçten ve gönülden tevbelerle Rabbinize yönelin.’ (Tahrîm sûresi, 66/8) ferman-ı celiliyle dergâh-ı nezd-i Ehadiyetine çağıran Sensin. Senin açtığın bu kapıya yönelenlerin beklentilerine nâil olacakları da Senin kereminin muktezasıdır. Evet, günah ve hatanın, kullarına yakışmadığı muhakkak ama afv u mağfirette de Senin bir keremkânî bulunduğunda şüphe yok.”
İlave edelim:
“Kerem kıl, kesme sultanım keremin bînevâlerden
Keremkâne yakışır mı kerem kesmek gedâlerden!..” (M. Lütfi)
Muhtaç canlar isteklerini hep bu niyaz esprisiyle arz ettiler. Hakk’a karşı saygısızlık sayılmayacaksa bu mülahazaları ben de paylaşıyorum.