Bir Tefvîz Çiçeği Hazreti Musa’nın (aleyhisselâm) Annesi: Yokebed

Sulara yazılır insanın hikâyesi
Akıp giden zamanda
Suda bittim, suda yittim der şair
Tıpkı lotus çiçeği gibi…

Güneşten sızan bal rengi ışıklar, Nil’in sularında yakamozlar çizerken tatlı tatlı esen meltem, nehrin kıyılarını kaplamış yarpuzların kokusunu alıp lotus kokularına katıyordu. Bir damla su iken insan oluvermenin ötesinde, sulara yazılan bir hikâyeydi Hazreti Musa’nın (aleyhisselâm) hikâyesi. Su gibi aziz… Su teslimiyetti. Sulara teslim edilenpeygamberdi Hazreti Musa (aleyhisselâm). Mayası teslimiyet olan, tam bir tefvîz peygamberiydi. Tıpkı lotus çiçeği gibi…

Kaderin ipleri hayatın gergefinde nakış nakış işleniyordu. Hazreti Yusuf (aleyhisselâm), Mısır’da yetki ve kudret sahibi olduktan sonra, Filistin’den babası Hazreti Yâkub’u davet etmiş, o da ailesi ve İsrailoğulları ile gelip Mısır’a yerleşmişti. Zamanla, Firavunlar, İsrailoğullarını insan gücü gerektiren en ağır işlerde çalıştırıp parya muamelesi yapar olmuşlardı.

Dönemin Firavun’u büyüklük taslayıp zorbaca muameleler ediyor, halkını çeşitli fırkalara ayırarakdayanılamayacak eziyetlerde bulunuyordu. “Bir gece rüyasında Firavun, Kudüs tarafından gelen bir ateş gördü. Bu ateşin, Mısır’a kadar uzanıp, Firavun’un evlerini yaktığını, fakat sadece Kıptîlere zarar verdiğini, İsrailoğulları’nın ise kurtulduğunu gördü. Dehşet ve korku içinde uyandı. Suları titreten celalli sesiyle bağırarak tüm kâhin ve müneccimleri etrafına topladı. Rüyayı tabir etmelerini istedi. Onlar; ‘İsrailoğulları içinden bir çocuk dünyaya gelecek, Mısırlıların helâkine ve senin krallığının yok olmasına sebep olacak. Doğacağı zaman da iyice yaklaştı.’ dediler.”[1]

Şeytanı laîn eden kibir, Firavun’u ilahlık iddiasında bulunmaya kadar getirdi. Görünenin aksine, gördüğü rüyadan dolayı çok korkuyordu. Zalimlerin çok korkak olduğu bilinen bir gerçekti. Son günlerde her bebek sesi, Firavun ve avenelerini, “Acaba bu o mu?” diye korkuturken, İsrailoğullarına “İnşallah bu odur.” dedirten umut oluyordu. Dehşete kapılan Firavun, İsrailoğullarından doğan bütün erkek çocukların öldürülmesini emretti. Anaların feryadı göklere uzanıyor, Nil nehri âdeta gözyaşı akıyordu.

Bir vakit sonra Kıptîlerin ileri gelenleri toplanarak Firavun’a geldi ve “Eğer böyle öldürmeye devam ederseniz, ileride bizim işlerimizi yapacak kimse bulamayacağız.” dediler. Firavun da erkek çocuklarının bir sene öldürülmesini, bir sene de sağ bırakılmasını emretti. Böylece bir sene ölüm yılı, bir sene de kalım yılı oldu.

Kalım yılında Harun (aleyhisselâm) doğdu.[2] Ölüm yılında ise annesi Yokebed, Hazreti Musa’ya gebeydi. Doğacak bebek erkek olur diye çok korkuyordu. Üstelik doğum da yaklaşmıştı. Firavunun askerleri bütün gebe kadınları tespit etti. Komşular, Hazreti İbrahim’in (aleyhisselâm) ateşine odun taşıyan halk gibi, doğacak çocuğu ihbar etmek üzere tetikte bekliyordu. Hükümdar zulmeder, bedbaht halk da zulmü beslermiş.

Diyelim ki askerleri bir şekilde savuşturdular, bebek evde nasıl gizlenirdi? Doğumun da olabildiğince sessiz, kimselere duyurulmadan yapılması gerekiyordu. Bu hususta Yokebed’in en büyük yardımcısı, ferasetli ve zeki olan büyük kızı Meryem’di.

 Rivayete göre, Hazreti Musa’nın annesi Yokebed’e doğum sancıları geldiğinde, İsrailoğullarından bir ebeyi çağırdılar. Hazreti Musa dünyaya geldiğinde, kadın onun gözlerindeki nurdan çok etkilendi, kalbi bebeğe muhabbetle doldu ve onu Firavun’un adamlarına vermedi. Hazreti Musa’nın annesi onu üç ay emzirdi. Bu arada Firavun yeni doğan bebeklerle ilgili uygulamasını ısrarla sürdürüyor, onun casusları Hazreti Musa’nın annesinin hâlini de araştırıyorlardı.[3]

Neticede Musa bir bebekti ve ağladığında sesini duyanlar olacaktı. Ana yüreği kıpır kıpırdı. Yavrusunu Nemrut’a teslim etmeyerek mağarada emzirip büyütmesiyle tam bir tefvîz çiçeği olan ataları Hazreti İbrahim’in (aleyhisselâm) annesini düşündü. Hani kâhin ve müneccimlerin o sene bölgede doğacak İbrahim adlı bir çocuğun, halkın dinini değiştireceğini, Nemrut’un saltanatına son vereceğini söylemeleri, diğer bir rivayete göre ise, kendisinin bu mahiyette bir rüya görmesi üzerine Nemrut, hamile kadınları bir yere toplamış ve doğacak bütün erkek çocukların öldürülmesini, ayrıca erkeklerin eşlerinden uzaklaştırılmasını emretmişti. Bunun üzerine Âzer, Hazreti İbrahim’e hamile olan karısını alarak şehir dışında bir yere götürüp mağaraya saklamış ve oğlu bu mağarada doğmuştu. Hazreti İbrahim; Allah’ın bir lütfu olarak, o yıl doğanlardan olduğu anlaşılmayacak kadar gürbüz bir çocuktu. Bir süre sonra Nemrut bu kehaneti unuttu. Bunun üzerine İbrahim mağaradan çıkarılarak şehre getirildi.[4] İşte böyle tevekkül etmeliydi Yokebed. Bebeğini zalime değil, Allah’a (celle celâluhu) teslim etmeliydi.

 Sebepler sükût etmiş, çaresizlik elini kolunu bağlamışken Mevla, kuluna yetişiverdi: “Bunun içindir ki Mûsâ dünyaya gelince annesine şöyle ilham ettik: Onu bir süre emzir, şayet onun başına bir şey geleceğinden endişe edersen, ırmağa bırak, hiç endişe etme, hiç üzülme; zira Biz onu sana kavuşturacağız ve onu resullerden yapacağız.” (Kasas, 28/7).

 

Yokebed’in imanı kuvvetlendirilmiş, hâdisenin ağırlığı, Kadîr-i Mutlak’a emanet edilmişti. Efkâr gayyalarını dağıtan sekine bulutları uçuşmaya başladı. İçi ferahladı. İlahî mesaj, zerrelerine kadar işledi. Mevla, “Hiç üzülme, hiç endişe etme!” diyordu. Hem kavuşacak hem de yavrusu resullerden olacaktı. Ne güzel teselli, ne güzel tebrik! Kalbi Allah’a güvenmenin itminanı ile doldu.

 “Tevekkül, esbâbı bütün bütün reddetmek değildir. Belki esbâbı, dest-i kudretin perdesi bilip riayet ederek; esbaba teşebbüsü ise, bir nevi dua-yı fiilî telâkki ederek; müsebbebatı (sonuçları), yalnız Cenâb-ı Hak’tan istemek ve neticeleri O’ndan bilmek ve O’na minnettar olmaktan ibarettir.”[5] Hemen sağlam ve su geçirmez bir sandık yaptırdı. Yokebed, kendisine ilham olunduğu üzere yavrusunu emzirdi, öpüp kokladı. Göğsünden bir güneş kopmuşçasına onu amber kokulu sandığa koydu. “Bismillah!” deyip bıraktı Nil’in sularına.

Sarışın çölün ortasında, bereket vesilesi olarak akan Nil, bağrındaki kutlu misafiri kaderin sürüklediği yere kadar emniyetle taşıdı. Firavun, Nil nehri üzerine görkemli bir su sarayı yaptırmıştı. Su sarayının etrafını da teslimiyet ve bilgeliğin sembolü olan mavi lotuslarla donatmıştı.

Bebeği taşıyan sandık, güvenliğin en üst seviyede olduğu saraya yüzerek geldi. Saraydan birileri, nehir yüzeyindeki lotus çiçeklerinin arasında bir sandık görüp onu sudan çıkardı. Firavun’un hanımı Hazreti Asiye, sandığı açıp içinde Musa’yı görünce kocasına, “Bana da sana da göz bebeği olacak sevimli bir çocuk! Öldürmeyin onu, olur ki bize fayda sağlar, bakarsın biz onu evlat da ediniriz.” (Kasas, 28/9) dedi.

Kur’ân-ı Kerim’de Hak Teâlâ, “… Ey Mûsâ! Nezaretim altında yetiştirilmen için sana karşı insanların gönüllerinde tarafımdan bir sevgi bıraktım!” (Tâ Hâ, 20/39) buyuruyordu.

 

Firavun, Musa’yı kucağına aldı. Öyle sevimliydi ki Hazreti Asiye’nin talebini reddedemedi. Belki de onun kendi inisiyatifinde terbiye edilmekle kendisine tâbi olarak yetişeceğini sanmıştı. Oysa şimdi bir gün kendisini hâk ile yeksan edecek bebeği kucağında tutuyordu. Peygamberler, Allah’ın (celle celâluhu) hususî terbiye ve sıyaneti altındaydılar.

Hazreti Asiye öyle bahtiyar idi ki yuvasında bir peygamber yetişecekti. Hazreti Musa’yı himayesi ve imanı sebebiyle Allah (celle celâluhu) ona yüksek dereceler verdi. Firavun ise öyle bedbahttı ki istikbalde resûl olacak, nur topu gibi bir çocuğu büyüttüğü hâlde imandan nasiplenemedi.

Yokebed, yavrusunun Firavun’un eline geçtiğini öğrendi. Eğer Rabbi ona sabır kuvveti vermeseydi, neredeyse işi açığa vuracak, gidip çocuğuna sahip çıkacaktı. Kızına, “Sen, gizlice onu takip et.” dedi. O da kendisini ele vermeden kardeşini gözetledi.

Allah (celle celâluhu) daha ilk günden itibaren, Musa’nın sütannelerini emmesine müsaade etmedi. Kız kardeşi bu durumu öğrenince onlara, “Ona güzelce bakabilecek, onun iyiliğine olan her işi yapacak bir aile tavsiye etmemi ister misiniz?” (Kasas, 28/12) dedi.

Teklif kabul edildi ve Yokebed saraya getirildi. İlk etapta şüphe çekmemek adına emzirme talebini reddetti. Daha sonra, “Benim Harun isminde bir oğlum var. Bu şekilde kabul ederseniz emzireyim, aksi hâlde emziremem!” dedi. “O’nu Firavun’un sarayında emzirmeye başladı. Fakat vezir, durumdan şüphelendi: “Bu çocuk senin mi? Çünkü senden başka hiçbir annenin sütünü emmedi, yalnız senin sütünü emdi!” diye sordu.

Yokebed, “Nedense bütün çocuklar beni sever; ben de onları severim.” gibi sözlerle veziri ikna etti. Neticede ona maaş bağladılar ve kendisini taltif ettiler. Bu, Allah’ın büyük bir lütfuydu.

Nitekim Cenab-ı Hak buyurur: “Böylece onu annesine kavuşturduk ki gözü aydın olsun, tasalanmasın ve Allah’ın vaadinin gerçek olduğunu, fakat insanların çoğunun bunu anlamadıklarını öğrensin.” (Kasas, 28/13).

 Bir tefvîz çiçeği olan Yokebed yavrusuna kavuştu ve sarayda, ailesiyle birlikte, mesut bir şekilde yaşadı. Bir peygamber annesi olarak saadet-i dâreyne mazhar oldu.

Dipnotlar

[1] Sa’lebî, Kısas-ı Enbiya, İmam Suddî’den nakil ile.

[2] Şâmil İslam Ansiklopedisi.

[3] kuran-ikerim.org/257-ders-kasas-suresi-1-13-musanin-annesi

[4]  Sa’lebî, s. 72–74; Taberî, I, s. 234–235.

[5] Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2010, s. 335.

 

Bu yazıyı paylaş