Bu yol uzaktır,
Menzili çoktur,
Geçidi yoktur,
Derin sular var…
(Yunus Emre)
Bir iman ve ihsan kervanıdır bu yoldakiler.. yürümektedirler gölgelerine takılmadan güneşe bakarak.. akı ak, karayı kara görmektedirler o aydınlıkta.. düşmezler inhirafa, inkisara.. aşarlar zelle ihtimallerini ihsan projektörleriyle.. sapmazlar yolsuzların saptığı gibi.. ve yürürler dillerinde “İhdina’s-sırâta’l-müstakim!..”dileğiyle hep ötelere, ötelerin de ötesine.. yolların amansızlığına, yol kesenlerin insafsızlığına, her köşe başındaki farklı bir şeytan ağına rağmen.. dinlenmelerinde tefekkür ve tedebbür dantelaları, hareketlerinde zaman ve konjonktür girdileriyle gaye-i hayallerine doğru.
Böyle sürekli bir yolculuk ve mütemadi kanat çırpmada, herkes için sahil-i selamet ve dostlarla buluşma mülahazasıyla hissetmezler hiç yol yorgunluğu. Sineleri yâr-ı vefâdâr heyecanıyla çarparken, takılıp yollarda kalanlara, nefsanî ve cismânî arzulara yenik düşenlere el uzatmayı da ihmal etmez; miraçtan, başkalarını da o ufka ulaştırma adına geriye dönen o Âbide Rehber izinde, hâl ve temsil dilinin fesahat ve talakatıyla hep O’na yürüme büyüsünden bir şeyler fısıldar ve solukları kesilesiye bir küheylan gibi koşar dururlar. Koşmalıdırlar da; zira büyük ölçüde insanlığın yolunu yitirdiği, umumî şehrâhı bırakıp patikalara saptığı, mefkûresizliğin sersemliğiyle gidip sağa-sola tosladığı ve şeytanî dürtülerin tesiriyle sürekli boşa koştuğu bu kapkara günlerde onlar, “Bu can bu uğurda” deyip her yanda birer “ba’sü ba’de’l-mevt” havarisi olarak sürekli diriliş destanlarıyla gürlemelidirler/gürlediler de.
Takılıp yollarda kalan bir sürü yolzede vardı ve bunlar hal diliyle kendilerine uzanacak bir el ve immün sistemlerini güçlendirecek bir reçete bekliyorlardı; iman, marifet, muhabbet ve aşk u iştiyak-ı likâullah muhtevalı bir reçete. Onlar da işte bunu yapma his ve heyecanıyla, yürekleri durasıya bunun için hep koşup duruyorlardı. Boşa gitmemişti bu ölesiye gayretler, binler-yüzbinler onların soluklarıyla derlenip toparlanmış ve “vira bismillah” diyerek insanî çizgiye girivermişti.. bu sayede dört bir yanda onlara karşı sevgi ve kabul meltemleri esiyor ve birbirinden çok farklı coğrafyalarda hep içten samimi bir sevgiyle karşılanıyorlardı. Üzerlerinde bir Hak teveccühü vardı ve şart-ı âdi planında bu da onların, edip eylediklerini, kendilerinden bilmeyip Hakk’ın irade-i sübhanîyesine, takdir-i kudsîsine, lütuf ve engin rahmetinin ekstra tecellisine vermelerindendi; onlar bütün muvaffakiyetlerinin ihlas, rıza ve aşk u iştiyak-ı likâ mülahazalarına bir utûfet-i rahmaniye olduğuna inanıyorlardı.
Bu itibarla da onlar hep “Sen, sen” ile soluklanıyor;
“Cânân dileyen dağdağa-i câna düşer mi?!.
Can isteyen endişe-i cânâna düşer mi?!.
Girdik reh-i sevdaya, cünunuz,
Bize ağyâr lazım değil, bu iş şâna düşer mi?!.”(Seyyid Nigari)
diyor; bütün bütün ağyâr mülahazalarından sıyrılarak, dünya ve mâfîhâyı ukba mercekleriyle tahlile tâbî tutuyor ve bu yolda satılmamaya, peylenmemeye and içiyorlardı. Gayrı gözleri ne saray hülyaları yaşıyor, ne villalara takılıyor, ne de filo rüyaları görüyordu.
Vâkıa, onlar bu ölçüdeki ledünnîliklere açılırken esbaba riayeti de kulak ardı etmiyorlardı. Aksine sebeplerle münasebeti fiilî bir dua kabul ederek himmetlerini hep onlarla barışık götürmeye çalışıyorlardı. Bu sayede zahiren birbirinden farklı gibi görünen bu iki husus onlarca bir mecrada çağlayana dönüşüyor, sürekli insan idrakine mülk ve melekût adına farklı şeyler fısıldıyordu.
Ama ne acıdır ki, bu iç içe güzellikler armonisi yanında bir kısım olumsuz hırıltılar da eksik olmuyordu. Yer yer şeytan ve avenesi yangına körük çekiyor.. dört bir yanda fitne ateşlerine benzin taşıyor.. dün diriliş erleri diye alkışladığı bu insanları caniler gibi göstermeye çalışıyor.. ve onları yok etme adına kafirin dahi yapmadığını yapmaktan geri durmuyordu. Ne var ki, bu olumsuzluklar ne bir ilkti ne de son.. misliyet çizgisinde dünden bu güne hep devam edegelmişti; bundan sonra da zaman farklılığının yeni girdileriyle devam edecekti…
Aslında insanoğlu var olduğu günden beri, dimdik yürüyenlerin yanında düşe-kalka yol alanlar; çizgisini koruma hassasiyeti içinde “sırat-ı müstakim” diyenlere mukabil çizgisiz ve kuralsız sürüm sürümsürünenler; “ahsen-i takvîm”e mazhariyete istikamet mukabelesinde bulunanlar, hayatlarını behâim patikalarında sürdürenler; mele-i a’lânın sakinleriyle atbaşı yürüyenler, şeytana ve nefse takılıp devrilenler; “istikamet” ve “sadakat” deyip hep Hak mülahazasıyla yaşayanlar, inhiraftan inhirafa sürüklenenler hiç eksik olmadı, bundan sonra da olmayacaktır.
Ne var ki, Cenâb-ı Hak, ihlas, rıza ve iştiyak-ı likâ diyenleri de hiçbir dönemde bütün bütün yalnız bırakmamıştır; yer yer nebilerle hedef belirlemeleri yapmış; yoldakilerin ufkunu aydınlatmış.. zaman zaman vicdanın nuruyla onlara “bezm-i elest”i hatırlatmış.. vakit vakit de ekstra iş’arlarla cebr-i lutfîlerde bulunarak onları hep Kendine yönlendirmiştir. Evet, bütün bunlar bugüne dekhep olageldi, bundan sonra da -Hakk’ın hususi meşietiyle- olmaya devam edecektir.
Evet birkaç kez daha modern cahiliye dönemleri yaşanacak.. cihanlar gaddar zalimlerin “hay-huy”u ve mazlumların ah u efgânıyla inleyecek.. vakit vakit melek görüntüsüyle ortaya çıkan şeytanlar olacak.. Harun mesajlarıyla her yanı velveleye veren Karunlar türeyecek.. Samirî illüzyonlarıyla sürüleri arkasından sürükleyen müfsitler işbaşı edecek.. ve Hakk’a adanmış ruhlara karşılık modern Amnofisler, Sezarlar, Leninler, Hitlerler ve daha nice çağdaş tiranlar ortaya çıkacaktır; çıkacaktır ama bunlara mukabil peygamberler yolunun hasbî yolcuları da eksik olmayacaktır. Onlar sekmeden hep Hak rızası deyip inleyecek ve “Ey milletim Allah’a kullukta bulunun; zira O’ndan başka ilah yoktur!”şeklindeki nebiler mesajıyla insanları değişik kulluklardan sıyrılıp Hakk’a kul olmaya çağıracaklardır; çağıracak ve kendi kurtuluşları kadar başkalarının da hakka uyanmaları adına sürekli çırpınıp duracak ve soluklarının kesileceği, kalblerinin duracağı âna kadar da bu vefâlı duruşu devam ettireceklerdir.
Zira onlar, herkesi gerçek insanlığa çağırma ve gönülleri Hakk’a uyarma mülahazasıyla yola çıkmışlardı ve biliyorlardı bu yolda yürümenin çetin olduğunu; şeytan ve avenesinin her köşe başında farklı bir komplo ile karşılarına çıkacağını ve bir kısım zayıf karakterleri ifsat edeceklerini…
Ne var ki onlar, her şeye rağmen bu peygamberler güzergahında yürümeye kararlıydılar; zira “vira bismillah” deyip bu yola koyulduklarında, Hazreti Sahib-i Kırân’ın ifadesiyle, “Gözümüzde ne Cennet sevdası ne de Cehennem korkusu var. İnsanları gerçek insanlığa yönlendirme adına gerektiğinde, hıllet abidesi Hazreti İbrahim gibi ateşlere atılmaya da hazırız.”demişlerdi. Hedeflerinde, hal ve temsil diliyle hakkı bâtılın savletinden kurtarma; topyekün insanlığın birbiriyle kucaklaşmasını sağlama ve bütün gönüllerde vefa ve ittifak duygusu oluşturma onların biricik gaye-i hayalleriydi.
Bu yüce mefkûreyi gerçekleştirme yolunda yürürken ervâh-ı habîsenin de boş durmayacağını biliyorlardı. Onun için bâtıla aborde olmuş bir kısım bedbahtların, farklı yol ve yöntemlerle yolları tahrip edip muvasala köprülerini yıkma cehdine hiç mi hiç şaşırmamışlardı; şaşırmamış ve daha başkalarının mumlarını da tutuşturmaya devam etmişlerdi. O mumların söndürülemeyeceğine inançları da tamdı. Zira onun arkasında inayet ve irade-i ilahiye vardı. Bu itibarla da onlar, “Takdir-i Hudâ kuvve-i bâzû ile dönmez / Bir şem’a ki Mevla yaka, üflemekle sönmez!..”(Ziya Paşa) vird-i zebanları, yeni yeni mumlar tutuşturarak hep yürüdüler şehrah-ı enbiyada… Yolları açık olsun!..