İslâm dünyasının sahip olduğu inanç ve akide zenginliğine ait güzellikleri bütün dünyaya tanıtmak ve anlatmak için yapılan çalışmalarda, bu dinin evrensel özelliğinin, insan fıtratına, ruhuna, vicdanlara, akla ve mantığa uygunluğunu göstermek önemli bir esastır. Ancak bütün bunların yanında çağımızda çok önemli bir temel düstur haline gelen, hatta biraz abartılarak sorgulanamaz bir tabu haline getirilen bilime uygunluk ve makuliyet, fıtrata, vicdana ve mantığa uygunluktan daha çok öne çıkan bir vaziyete gelmiştir.
Elbette yüzlerce âyetiyle ve hadis-i şerifleriyle ilmin önemine dikkat çeken, ilmi teşvik eden İslâmın bu asırda bilimin kazandırdıklarını inkâr etmesi ve bilim düşmanlığı yapması düşünülemez. Zaten gündemde olan asıl tartışma bilimden değil, bu elde edilen bilimin yorumundan kaynaklanmaktadır. İslâm’ın müspet bilimlerle hiçbir zaman sıkıntısı olmamıştır. Sadece belli dönemlerde bazı insanların subjektif ve dar nazarlarla yaptıkları yorumlarla yanlış neticelere vararak yaptıkları bilime karşı çıkışlar vardır, fakat bunlar mevzii kalmış ve küçük grupların dışında İslâm dünyasında bir bilim düşmanlığı olmamıştır.
Bütün dünya insanlarıyla diyaloğa açık olduğumuzu ifade ettiğimiz bir çağda bu konuda en başta başımızı ağrıtacak ve sathi bir bilgiyle yaklaşıldığı takdirde izahta zorlanacağımız husus “evrim teorisi” konusunda olacaktır. Günümüzün Batı dünyasında algılandığı şekliyle bir teoriden öteye, ispatlanmış bilimsel bir kanun gibi toplumun her tabakasında özel olarak işlenen evrim anlaşıyışı karşısında İslâmın tutum ve davranışı nasıl olacaktır?
Maalesef 300 seneden beri bilimi üreten Batı dünyası olunca, bu bilimin getirdiği yorumlar ve anlayışlar da, sanki o bilimin olmazsa olmaz ve ayrılmaz parçası gibi algılanıp bizim dünyamızda da tesirini icra etmiştir. Batıda üretilen sosyal bilimler ve felsefî anlayışlara karşı müslüman entellektüellerin kimi zaman müdafaa adına, kimi zaman da daha üst bir bakışla felsefî ve sosyolojik olarak ciddi iddialarla karşı çıkmaları olmuştur. Fakat biyoloji ve fizik gibi fen sahalarındaki icat ve keşiflerin kaynağı Batı dünyası olunca ister istemez bu konulardaki felsefî yorumlar da zihin dünyamızda yerini almıştır.
Bilhassa ihtisas gerektiren biyolojik konularda sadece dini gayretten ve iman aşkından gelen bir savunma refleksi ve karşı çıkışla iddialar ortaya atmak, materyalizme ve ateizme karşı çıkıyorken, evrim teorisini sorgulanamaz bir tabu gibi görenlerin nazarında bilim düşmanı gibi gösterilme tehlikesi hiçbir zaman göz ardı edilmemelidir. Peki, bu durumda ne yapabiliriz? Bizim hiçbir zaman dinimizden ve kitabımızdan bir şüphemiz yok, fakat evrim konusu Batıdaki bilim anlayışı ve bunun yanısıması olarak naturalist bir felsefe olarak Allah’ı inkâra kadar uzatılıyorsa buna karşı bir savunma yapmak ne kadar yeterlidir? Yoksa savunma dışında bizim de bu konuda aynı bilimin buluşlarını çarpıtmadan yorumlama gibi bir imkânımız olamaz mı?
İslâm dünyasındaki ilmî çalışmaların azlığı ve özellikle bu konuda ihtisaslaşarak, bilimin gerçeklerini ve değerini inkâr etmeden, mâkul yorumlar yapacak araştırmacıların çıkmaması sebebiyle, “Evrim Teorisine” karşı çıkışlar daha çok yine Batı dünyasındaki inançlı ve dinini yaşamaya çalışan bilim adamlarının ürettiklerini tercüme etme seviyesinde kalmıştır. Bilhassa 30-40 öncesinde evrim teorisine karşı çıkma adına müslüman ilim adamlarınca yazılan makalelerin büyük kısmında zahiren güçlü gibi görünen, halkın büyük bir kısmında da ikna tesiri bulunan düşüncelerin ve iddiaların, o günkü gençleri kurtarma adına faydası inkâr edilemez ve takdir edilmelidir. Ancak, üniversite seviyesinde ve biyolojinin ağırlıklı olarak okutulduğu bölümlerdeki öğrencilerin kalb ve ruh dünyaları görüldüğü kadar rahat ve huzurlu değildi. Çünkü sistematik zooloji, anatomi, fizyoloji, embriyoloji ve moleküler biyoloji gibi derslerle ilgili bütün bilimsel keşif ve tespitler tamamen bu teori üzerine yorumlanıyor, bilimin gerçeği ile ideolojik yorumu arasındaki farkı algılamakta zorluk çeken gençler, ister istemez taklidi imanlarını da kaybediyor ve pozitivizmden hareket ederek materyalizme giriyordu.
Dinî gayretiyle karşı çıkıp farklı yorumlar yapmaya girişenler ise bilim düşmanı ve gerici yaftasından korkarak geri durmayı tercih ediyorlar, bir müddet sonra bütün bir bölümdeki derslerin ve hocaların ortak baskısı karşısında ise teslim-i silah ediyorlardı.
Evrim teorisinin diğer bütün felsefî anlayışlardan çok daha başarılı olması ve toplumda çok ciddi bir yer edinmesinin en büyük sebebi, iddialarının büyük bir kısmının tabiattaki gerçek gözleme dayanan ve canlılarda müşahhas örneklerle gösterilebilecek vakalara dayanmasıdır. Biyolojik âlemin en büyük özelliği olan değişme ve çeşitlilik, başta Darwin olmak üzere, evrim teorisyenlerince çok iyi fark edilmiş ve çok iyi de değerlendirilmiştir. Bir önceki cümledeki farketme işi için gerçekten Darwin’i tebrik etmek gerekir, fakat değerlendirme yani yorumlama konusunda aynı şeyi söyleyemeyiz.
Bu konuda bütün suçu Darwin’e atmak da çok doğru olmasa gerektir. Mukaddes kitaplarındaki altı günde yaratılma akidesinin, 24 saatlik dünya günü gibi değerlendirilmesi, zaten Rönesans’la birlikte Kilise ile bilim adamlarının arasının açılması sebebiyle başlayan dine karşı soğukluk, Malthus’un nüfusla ilgili, Lyell’in jeolojik yapılara ait tespitleri ister istemez Darwin’i evrim düşüncesine yaklaştırmıştır. Allah’ın Hayy, Kayyum, Kuddüs, Hafiz ve Müdebbir gibi isim ve sıfatları konusunda hiçbir bilgisi olmayan Darwin’in bu durumda yapabileceği çok fazla da bir şey de yoktu. Dolayısıyla Darwin’in gözlerini kamaştıran canlılar âlemindeki çeşitlilik, zenginlik ve nesiller boyunca süren değişmeleri izah için başvuracağı tek husus olarak “Tabiî Seleksiyon” ve buna bağlı “Adaptasyon” kalıyordu.
Tabiî Seleksiyon ve Adaptasyon’dan sonra evrimin asıl itici motor gücü olarak görülen “Mutasyonlar” ise Darwin zamanında bilinmediğinden daha sonra gündeme gelmiştir. Bunların hiçbirini inkâr etmek mümkün değildir. Fakat bunların hiçbirisi de evrim teorisinin iddia ettiği gibi canlıların yoktan yaratılmasında, inorganik dünyadan organik dünyaya geçmede, basit maddelerin kendi kendine mükemmel bir hücreye dönüşmesinde, bir hücreden başlayarak bütün bitkiler ve hayvanlar âleminin tesadüfi değişmelerle mükemmel bir hâlde arz-ı endam etmelerinde bizzat fail ve tesirli değildirler.
Bu durumda biyolojik âlemde görülen ve herbirisi Allah’ın koyduğu “biyolojik prensipler” olan bu kavram ve fenomenlerin hem bilime aykırı gelmeyecek, hem de dinimize ve imânımıza zarar vermeyecek şekilde yorumlanması gerekecektir. Zaten evrim teorisyenlerinin yaptığı da bunun aksi yönünde, bu kavramları ateizme varacak şekilde yorumlamalarından ibarettir.
Bu noktada hassas olunması gereken husus, Batı ile yapılan diyaloglarda, teoriden öteye, bir kanun gibi algılanan ve karşı çıkıldığında bilime ve realiteye karşı çıkan ortaçağın skolastik hurafecileri gibi anlaşılma tehlikesini düşünerek, gerçekte kaşı çıkılan hususun bilim değil, yorum olduğu ısrarla belirtilmelidir. Bunun için de evrimleşme mekanizmaları olarak zikredilen ve gerçekte tür kavramı içinde geçerli biyolojik prensipler olan, tabiî seleksiyon, adaptasyon, varyasyon ve mutasyonların kendini gösterdiği sahanın kırmızı çizgilerinin iyi bilinmesi gerekir.
Tabiî seleksiyon veya daha uygun bir ifadeyle “ilâhî seleksiyon veya iradî seleksiyon” canlılar arasındaki gıda zinciridir. Gerçekten büyük ekseriyetle güçlü ve sağlıklı olan canlılar, zayıf ve hastalıklı olanları yiyerek, hem kendi hayatlarını sürdürürken, hem de üzerinden beslendikleri türlerin nesillerinin sağlıklı olmalarına vesile olurlar. Fakat neticede bir elenme söz konusudur ve böylece yeryüzü ölen hayvanların leşleri yüzünden kokuşmuş bir çöplük haline gelmekten korunur. Her seviyedeki canlının muhakkak tabiî bir tüketicisi vardır. Herkes bir diğerine yem olur. Büyük balık küçük balığı yer. Böylece hiçbir canlıya sonsuz üreme ve yeryüzünü işgal etme verilmemiş olur. En çok üreme potansiyeline sahip balıklar, böcekler ve solucanlar gibi canlıların aynı zamanda çok da düşmanları vardır. Fakat bunlar ne kadar tüketilirlerse tüketilsin, nesillerini devam ettirecek kadar sağlıklı fertler erginleşip üreyecek duruma gelirler.
Adaptasyon, canlıların genetik sistemine yerleştirilmiş hayatta kalma sigortası olarak görülebilir. Bir canlının genomu ne kadar esnek ve güçlü bir potansiyele sahipse meydana gelecek çevre değişikliklerine karşı o kadar fazla alternatif çeşitler üretebilir. Çevre şartlarının tesiri genlerin fonksiyonlarını değiştebilir. Aynı biyokimyevî reaksiyonu düzenleyen bir gen, ekvatorda ve kutupta farklı şiddette ve derecede aktif olabilir. Böylece kutuptaki eskimo ile ekvatordaki zenci, her ikisi de insan olmakla beraber iki ayrı ırk olmuştur. Bazen çevre şartları aşırı derecede değişirse ve canlının genomu da bu şartları tolere edebilecek uygun genler taşımıyorsa, dinozorların yok olması gibi, o canlının nesli tükenir (fakat başka türe dönüşmez!).
Tabiî seleksiyon ve adaptasyon sayesinde türlerin içinde ırklar veya alttürler meydana gelir. Türü teşkil eden fertler yeryüzünde yayıldıkları bölgenin iklim ve beslenme şartlarına göre genlerinin potansiyeli yettiği müddetçe de yeni ırklar meydana getirebilir, fakat evrimcilere göre bu süreç milyonlarca yıl içinde yeni türler oluşturmaktadır ki, bu durum ne gözlenmeye uygundur, ne de deneyle ispatlanmıştır.
Mutasyonlar ise iç veya dış çevrenin tesiriyle genom üzerine tahmin edilemeyecek veya bilemeyeceğimiz bir bölgede meydana gelen kopma, eksilme veya katlanmalar neticesi meydana gelen rastgele değişikliklerdir. Bu durumda genomun orijinal bilgisinde arızalar ve bozukluklar çıkar, fakat hiçbir zaman daha uygun, daha iyi ve daha kullanışlı yeni bir organ, yeni bir hücre veya doku tipi ortaya çıkamaz. Mevcut genom bilgisi değiştiği için, tahribatın büyüklüğüne göre çoğunlukla hilkat garibeleri ve arızalı fertler meydana gelir. Fakat tesadüfen daha üstün, daha uygun yeni bir ferdin ortaya çıktığı görülmemiştir.
Gördüğünüz gibi hiçbir biyolojik prensibi reddetmeden, canlılardaki değişikliği tür sınırları içinde kabul ederek, bilimin gerçeklerini de göz ardı etmeden materyalist bir evrim anlayışına karşı çıkılabilinir. Ancak esas büyük sıkıntı hayatın ilk başlangıcı hakkındadır. Henüz hiçbir canlı yokken, cansız (inorganik) tabiatta, organik hayat nasıl başlamıştır ve her canlı grubunun ilk atası nasıl bir yapıya sahiptir? Bu ilk ata canlılardaki hücre, doku ve organlar ile bunların teşkil ettiği vücuttaki plan ve organizasyon nasıl ilim ve kudretin tecellisidir?
Meselenin bu başlangıç kısmı, hiçbir zaman deneye ve gözleme gelmediği için zaten bilimsel değil, hipotetiktir. Sadece tahminler ve hipotezler seslendirilir. Bu kısmı bizler de bilmiyoruz. Allah’ın sonsuz ilmi ve kudretiyle yarattığını biliyoruz, fakat nasıl olduğunu bilmiyoruz.
Evrimciler ise bilimsel olmayan pozitivist ve materyalist mülahazalarını dillendiriyorlar. Sadece tesadüflerle ve akılsız-şuursuz fizikî tabiat güçleriyle izah etmekte zorlansalar ve deneylerle hiç yoktan bir organel ve hücre yapamadıkları halde, bu konuda ısrar edilmesi tamamen ideolojiktir. Dolayısıyla bu husustaki çekincelerimizi de açıkça beyan edebiliriz.
Önemli olan diyaloğa mani olmadan evrimcilerin de düşüncelerini dinleyip, hayatın devamı için tabiata konulmuş biyolojik prensiplerin bilimselliğine itiraz etmeden, mahiyetlerinin abartıldığı ve sınırlarının aşıldığı hakkında yorumlar yapabilmektedir. Zaten evrimcilerin yaptığı da yorumlardan ibarettir. Herkesin yorumuna saygı duyduğumuzu, bilimsel olarak gösterilen hususlara itiraz etmediğimizi belirttiğimiz müddetçe, bu diyalog hususunda herhangi bir arıza olmaması gerekir.