İmam, her zaman farklı bir derinlikte devam ettirdiği âh u enînlerini şu zebercet beyanlarla da seslendirir: “Ey Rab, ömrünü isyan vadilerinde geçirdikten sonra, içten bir pişmanlık hissiyle Sana yönelip rahmet kapının tokmağına dokunan, dokunup Senin rahmet, şefkat ve utûfet teveccühlerini bekleyen ilk insan ben değilim; daha niceleri o kapının eşiğine baş koydu ama hiçbiri geriye boş dönmedi.” Böyle deyip sızlanır ve şu engin reca nağmeleriyle devam eder:- “Ey yüceler yücesi Rabbim! Ben huzur-ı kibriyâna zâdsız-zahîresiz yöneldim; Sen bir keremkânisin; dua ve tazarrularıma icâbet buyur; beni ümit ve beklentilerimde inkisara uğratma!”
Bu iç çekiş ve yakarışlar Hâle’dekilerin sızlanışları çizgisinde sürüp gider; sürüp gider de o, bu iç yakan âh u efgânıyla, kalb kasvetine yenik düşmüş cismaniyet insanlarına ve çizgi kaymalarıyla hedef sapması içinde bulunanlara, gönül diliyle ne besteler ne besteler sunar.. ve bu sûzişî nağmeleriyle, duyup hissettiklerini bencileyin yolzedelerin ruhlarına duyurmaya çalışır. Güfteler Hâle’den, nağmeler ateş-i aşkla yanan o melek sineden, bir ezan sesiyle,
“Gafletle uyumak ne revadır abd-i hakîre,
Şefkatle nida ederken Rahman gecelerde.”(İbrahim Hakkı)
mazmununda, çok yüksek hislerle Allah’a iç döküşlerini ve nefsiyle yüzleşmelerini öyle tesirli iniltilerle sunar ki, anlayanlara bir saba nağmesi tesiri icra eder ve böyleleri bütün bütün ölmemişlerse, kalkar Hak kurbetine koşarlar. O içten nağmelerle uyanıp kendimize gelmeyi Allah bize de müyesser kılsın!..
Yetinmez Hazret bu şekilde Hakk’a iç döküşle; O’na gönülden yönelişin her yöntemini kullanmak ister. Kendiyle yüzleşme ve arkadan gelenlere inâbe yolunu işaretleme çizgisinde bir kere daha kor başını rahmet ü re’fet eşiğine ve farklı bir çerçevede sızlanmalara salar kendini: “Allah’ım! İşlediğim hata ve günahlar -neye günah diyorsa?! –zillet urbaları giydirdi ruhuma.. cüda düştüm Senden ve kendimi meskenet libası içinde hissediyorum. Günahlar bî hadd ü pâyân kalbimi simsiyah hale getirdi. -Bu ne derin bir iç murakabesi!- Kapındayım, başım şefkat eşiğinde; ey o Biricik Mabud u Maksûd! Kabul buyur bu yönelme ve inâbemi!.. Bir kez daha Senin o yücelerden yüce dergâhına yöneldim. Başım önümde huzur-ı azametin karşısında el-pençe divan duruyor, affıma ferman bekliyorum. Gayri eğer uzaklaştırırsan bu bendeni kapından, kime yönelir, kime sığınırım?! Ey günahların en büyüğünü dahi affeden ve dağınıklığa düşmüş yaralı gönülleri sarıp sarmalayan yüce Rab! Senden, o yüz kızartan hatalarımı bağışlamanı, affedip yok saymanı, bütün mesâvîmi setretmeni diliyorum. Ötelerde sevdiklerine iltifatını, o lütuf, kerem ve rahmetinin serinletici iklimini benden de esirgeme!”
Bu sözlerle bir farklı sızlanış tablosu daha sergileyerek, o derinlerden derin istiğfar, tevbe ve inâbe kurnalarına koşar. İrfan ufkuyla mebsûten mütenasip (doğru orantılı) çevreye öyle âh u vâhlar salıverir ki, o çığlıkları duyunca, bu âh u vâhı kirlerle âlûde bir mücrimin sızlanışları sanırsınız. Ne var ki, biz tam anlamasak da bu iç çekişler birer mukarrabîn ufku iniltisi ve nâdânlara ezan sesiyle birer uyarma ve ikaz nefesi mahiyetinde temcîd edalı nağmelerdir. Ne der ve ne söylerse söylesin, aslında bu “fenafillâh” abidesi, zannediyorum, rüyasında bile nefs-i emmâre ile hasbihal etmemiştir; ama gel gör ki, bize ders ve tenbih, kendi açısından da Hak karşısında ihraz ettiği mukarreb konumu zaviyesinden hep inlemiştir. Onun bu yakarışlarına bir iç çekiş ve bir sızlanış mahiyetinde sûzişî iniltiler diyebilirsiniz.
Bu itibarla da o, başı hep Hak kapısının eşiğinde “Bahtına düştüm!” der durur. İşte o sızlanışlardan bir hicaz iniltisi daha: “Ey yüce Rabbim! Beni hiçbir zaman Senden cüda kılıp kötülüklere düşürme; hatadan hataya düşüp isyan deryasına sürüklenmeme fırsat verme ve Senin gazabını gerektiren hususlara sürüklenmekten bendeni muhafaza buyur! Beni bitip tükenme bilmeyen tûl-i emeller arkasından koşturan, belâ ve musibetler karşısında sürekli sızlanıp duran, her hayırlı işi kendinden bilen, her zaman mâlâyâniyâta meyyal bulunan, gaflet ve nisyanlarla mâlemâl, günahlara karşı her dem açık; Sana yönelmeye, tevbe ve inâbede bulunmaya gelince ‘yarın’ deyip erteledikçe erteleyen şu baş belası nefs-i emmâremi Sana şikâyet ediyorum.”
Otağını itmi’nan ufkuna kurmuş bu sâfi ve zâki ruh bilmem ki neye nefs-i emmâre diyor?!. Bununla da yetinmeyip şeytan ve hevâ-i nefis girdaplarına karşı da aynı iltica ve tazarruda bulunduktan sonra ayrı bir niyaz faslına geçerek gönül dilinden kopup gelen ve biz gafillere şamar mahiyetindeki şu iç döküşlerde bulunuyor: “Ey Rab! Çeşit çeşit vesveselere esir, kaskatı kesilip paslanmış şu mürde kalbimi, havf u haşyet nedir unutmuş halimi Sana şikâyet ediyorum.”Gözyaşı ve kalb ürpertilerini asırlar ve asırlar ötesinde unutmuş; Müslümanlığı şeklîlik ve surîliğe emanet bu çağın كَمَثَلِ الْحِمَارِ يَحْمِلُ أَسْفَارًا mâsadakı dünyaperest ruhlar bilmem ki bundan bir şey anlayacaklar mı? Ben hiç zannetmiyorum!..
Hazret bunlarla da yetinmez; yönelir mehâfet ve mehâbet ufkuna ve insanî kemâlâtın temel unsurlarına.. yönelir رَأْسُ الْحِكْمَةِ مَخَافَةُ اللهِ hakikati zıllinde gerçek fazilet unsuruna; Akif’in şu mısralarını seslendiriyor gibi inler ve bir kere daha Hak karşısında iki büklüm olur:
“Ne irfandır veren ahlâka yükseklik, ne vicdandır,
Fazilet hissi insanlarda Allah korkusundandır.
Yüreklerden silinsin farz edelim havfı Yezdân’ın
Ne irfanın kalır tesiri kat’iyen, ne vicdanın.
Hayat artık behâimdir; hayır, ondan da alçaktır…”(M. Akif)
Böyle düşünür ve ölmemiş gönüllerde insanca yaşama hissi uyarır. Bu duygularını mehâfet ve mehâbet nağmeleriyle dillendirir; O’nun tarafından görülüyor olma zirvesinin ötesinde huzur-ı kibriyâda bulunuyormuşçasına ney gibi inler ve bir dîdebân tavrı sergiler. İşte bu konuda da farklı desen ve farklı renkte ümit edalı bir kaç demet havf u haşyet zemzemesi:
“Ey merhamet ve şefkat sultanı yüce Rabbim! Sana yönelen bu bendeni ve bu kapıkulu gedânı Sensizlik ateşine mi atacaksın? Edip eylediklerini ancak Senin engin rahmet ummanlarının arındıracağı bu âcizi afv u safhından mahrum mu bırakacaksın? Hâşâ, yüz bin defa hâşâ! Sen hiçbir zaman dergâh-ı ulûhiyetine yönelenleri eli boş ve inkisar içinde geriye çevirmemişsindir.”-Burada solukları kesilmişçesine ve mehâfet mızrabı yemiş bir kalb iniltisiyle- “Ne olurdu bir bilebilseydim; adımı ‘saîdler’ defterine kaydedip beni yakınlığınla şereflendirdiğini! Bilseydim de gözüm gönlüm sürurla, sevinçle tüllenseydi!.. Ey Rab! Şöyle-böyle seni bilip Sana inananların yüzüne rahmet kapılarını kapama! Ümit ve inancım, yüce varlığını duyurmakla ihyâ ettiğin gönülleri Sensizlik zilletine bırakma -hiçbir zaman bırakmamıştın- bırakıp da firkat ve cehennem ateşine yakma! Rabbim! Ben kulunu, gazap ve azap eleminden koru!.. Hayırlı ve hayırsızın birbirinden ayrılacağı, hesap endişesiyle elin-ayağın birbirine dolaşacağı, iyiliklerle serfirâz ruhların kurbet neşvesiyle kendinden geçeceği, hayatını kirletmiş bahtsızların uzaklık hicranıyla tir tir titreyeceği.. ve hiç kimsenin zerre miktarı haksızlığa maruz kalmayacağı o çetinlerden çetin günde beni Cehennem azabından koru!..” diyerek derin bir endişe içinde bulunduğunu dillendirir.. tepeden tırnağa günahlarla âlûde bir mücrim hissiyatıyla en içten yakarışlara yönelir.. iki korku ile iki emniyetin beraber olamayacağı iz’ânıyla yakarıştan yakarışa geçer.. titreyen elleriyle hep rahmet u re’fet kapısının tokmağına dokunur ve dur-durak bilmeden sürekli sızlanır durur.. sızlanır durur ve hislerini gözyaşlarıyla taçlandırırken de inanma urbası altında hakiki imandan uzaklaşmış, mehâfet ve mehabet hissinden mahrum ölü ruhlara tebah mesajları sunar.