Otoriter Rejimlerin Mirası Üzerine

Her canlının ömrü gibi, idarelerin de belirli bir ömrü vardır. Unutulmaz izler bırakan idareciler de halkın tepkisini görenler de yıllar geçse bile masaya yatırılmaya devam eder. Bu süreçte en çok incelenenler, otoriterliğin hüküm sürdüğü dönemler olur. Peki, zulüm görenler, yıkılan rejimlerden sonra içinde bulundukları enkazdan hangi mirası devralıyorlar?

İnsanlık tarihinin anlaşılması güç olan pek çok kusurlu noktası vardır. Ne yazık ki zulümle tanışmamış ya da hiç zulme taraftar olmamış bir topluluğu göremiyoruz. Her milletin tarihinde utanç duyabileceği hasarı, sonraki nesillerin telafi etmeye çalışması, yaşanılan toprak parçasının kaderini oluşturuyor. Zorba düzen yıkılsa bile aynı yolda yürüyenler, benzer akibetleri paylaşıyor. Devrin muktedirleriyle mazlumlarını ayıran değerlerin, uzun vadede kendisini daha çok belli edeceği anlaşılıyor.

Otoriter rejimlerde yaşanan en büyük zulüm, etnik temizlik ve soykırım olmuştur. Bu tür rejimlerin ortak yanı, kendisine “parlak” bir hedef belirlemeden yola çıkmamasıdır. Sloganlar, tüzükler ve politikalar, hep “yüce bir ideal” ile süslüdür. Hedef belirlendikten sonra, süreç başlar. Mücadelenin bir anlamı olması için, düşman tanımlanmalıdır. İki kutuplu toplumlarda bu süreç daha hızlı yaşanır. Belli kesimlerin iktidar eliyle lince uğratılması yolunu açan bu hamlenin zihinlerdeki karşılığı, bir babanın evden atmakla evladını tehdit etmesine benzer. 1996 yılında, Soykırım Gözlem Örgütü başkanı Gregory H. Stanton, “Soykırımın Sekiz Safhası” isimli bir rapor yayınladı.[1]Bu rapora göre, soykırımlar; sınıflandırma, sembolleştirme, insanlıktan çıkarma, örgütlenme, kutuplaşma, hazırlık, imha ve inkâr safhalarıyla gerçekleşiyor. Bugün Nazi döneminde görevli olup şimdilerde hatıralarını paylaşanların hâla ağladığını görmekteyiz.

Büyük güçlerin yükselişinde pek çok faktör vardır, ancak çöküşlerinde işledikleri zulümler büyük rol oynar. Bir dikdatör eliyle ya da dış güçler yoluyla bir ülke parçalanırken duyguların sömürülmesi veya söndürülmesine şahit olunur. 1920’de pek çok Alman, Hitler’in parti tüzüğünü okurken ırk teorisinden haberdardı. İlk yıllarında alay konusu olan bu düşünceler, önce zemini kollamış, sonra bütün ülkeye yayılmıştı. Yıllardır beraber yaşayan insanlar, ayrımcı ve ırkçı politikalara sesini çıkaramaz hale gelmişti. Ötekileştirmeyi makul karşılayan halk; otoriter rejimin, savaş hukukunu uygulamasının da yolunu açıyordu. Güvensizlik hali, insanın kendisinden bile şüphe etmesine sebep oluyordu. Yahudi bir kız; ailesiyle zulümden Afrika’ya kaçışını konu eden günlüklerinde, “Belki de biz farklıyızdır anne” demeye başlamıştır. Etnik temizlik sebebiyle beraber yaşanılan toprak parçasına duyulan aidiyet hissi tırpanlanmış, adalet mekanizmasına güven yitirilmiştir.

Düşünce dünyası da bu süreçlerden etkilenir. Yaşadığı toplumun derinliklerine uzanan kökleri ansızın sökülenler, gelişemediği yeri terk etmek ister. Fert, zihin esareti içinde yaşamayı kabullenemez. Baskıcı rejimlerde ilerlemenin kriteri; yol, köprü, baraj inşasından, askeri teknolojinin geliştirilmesinden geçer. Fikir üretmenin bomba üretmekten değersizleştiği dönemler, tek adam rejimlerinde daha net ortaya çıkar.

Gelişmesine fırsat verilmeyen düşünceler, pasifize edildikçe körelip partallaşır. Göç edilen yerde yabancılık çekilmediği söylenemez, ancak bu tebdil-i mekânla hürriyeti daha derinden hisseden insanın düşünce dünyasının baraj kapakları açılmaya başlar ve bu değişiklik, hiç umulmadık ilerlemelerin vesilesi olur.

Otoriter dönemlerde, ekonomi dünyası da darbe yer. İktidar, vekaletle işini yürütür, yolunu bulur. Serbest ekonomi baltalanır. Mafyatik ilişkiler ve uygulamalar yaygınlaşır. Çıkar döngüsü acımasızca döner. Haris muktedirler, çıkardıkları sözde kanunlarla, gasplarına kılıf hazırlar ve fertleri savunmasız bırakırlar.

Bugün Hitler soyadı taşıyan kimse yoktur. Hatta iki yıl önce çıkan bir habere göre[2]Hitler’in resmettiği bir tablonun elden çıkarılması olay olmuştur. Avusturya’nın başkenti Viyana’daki bir kulenin yer aldığı suluboya tablo, ondan kurtulmak isteyen Hollandalı bir kadın tarafından, Savaş ve Soykırım Araştırmaları Enstitüsü’ne bağışlanmıştır. Adının gizli kalmasını isteyen kadına tablo babasından miras kalmıştır. Babası, suluboya resmi eskici pazarından 75 cent ödeyerek almıştır. Eve geldiğinde “A. Hitler” imzasını görünce, utanarak tabloyu çatı katına kaldırmaya karar vermiştir. Hollandalı kadın, tabloyu galeri ve müzayede merkezlerine götürür, ancak kimse almak istemez. Bunun üzerine, “Para istemiyorum. Beni bu ağır yükten kurtarın” diyerek Savaş ve Soykırım Araştırmaları Enstitüsü’ne başvurur.

Zulüm yılları hatırlanmak bile istemeyecektir. Ancak yerinden yurdundan edilip ekonomik olarak ademe mahkum edilenlerin yılmayarak ürettiği her bir değer, o kadar büyük bir çarpanla etkisini gösterecektir ki zulümden beslenip kendilerini yıkmaya adamış kimselerin tam aksine, medeniyet ve bilim dünyasına hakiki mirası onlar bırakacaklardır.

Dipnotlar

[1]www.jinepsgazetesi.com/sekiz-asamada-soykirim-12577.html.

[2]www.bbc.com/turkce/haberler-42119353.

Bu yazıyı paylaş