Açık büfeden tabaklarını doldurmuş, etrafa bakınıyor, oturacak yer arıyorlardı. Her taraf doluydu. Bütün masalarda bir ya da iki kişilik boş yer vardı, oysa onlar üç kişiydi.
“Bakın şurada bir masa var” dedi içlerinden birisi.
– Nerede?
– Şurada, şurada… Pencere kenarında…
– Tek başına oturan bir ihtiyar var, heybetli birine benziyor, onun masasını mı diyorsun?
– Evet, evet o masa…
– Manzarası da güzel oranın, soralım bakalım beklediği biri yoksa oturalım. Hep birlikte gittiler ihtiyarın yanına.
– Amca, beklediğin biri var mı? Masana oturabilir miyiz?
“Buyurun gençler, buyurun,” sözü üzerine ellerindeki tabakları masaya dizip büfeye yöneldiler yeniden. Elleri yine doluydu. Üç arkadaşın tabakları bütün masayı kaplamıştı. İhtiyarın tek tabağı masada neredeyse sığıntı gibi kaldı. Masada yer açmak için olacak, o tek tabağını da iyice kenara çekti ihtiyar. Uzun uzadıya baktı… Bir tabaklara, bir misafirlerine… Bir şey demedi. Ne diyebilirdi ki? Daha tanımıyordu bile masasına gelenleri!
– Hüseyin söz aldı önce. Amca, ismini lütfeder misin?
– Hasan, evladım…
– Yalnız mısın Hasan amca? Kaplıcalara genellikle eşleriyle gelir gelenler. Teyzeyi getirmedin mi, teyzeyi?
– Biz de öyle geldik senelerce evlat. Her sene gelirdik, romatizmalarımız azınca. Teyzen sizlere ömür…
– Allah rahmet etsin amca…
– Mekânı cennet olsun inşallah…
– Âmin evladım, âmin… Cümlemizin geçmişlerinin mekânı cennet olsun.
Havadan sudan konuştular bir müddet. Ne iş yaptıklarını, nereden geldiklerini, ne kadar kalacaklarını söylediler birbirlerine. Yemekleri de götürdüler bu arada. Neler yoktu masada neler? Bir kuş sütü eksik dense yeridir hani. Çorbayla yaptılar açılışı. Ardından ana yemek… Et yemeği tabii ki… Çeşit çeşit kebaplar da vardı büfede. Kendilerini tutamamış, hepsinden koymuşlardı tabaklarına. Pilavsız asla olmazdı. Salata olmazsa yemek küserdi. Yoğurt zaten milli yiyecekti… Meşrubat desen sebil gibi… Doldurdular tabaklarını. Tıka basa doldurdular tabaklarındakilerle de karınlarını.
“Ben tatlı almaya gidiyorum, gelen var mı?” dedi Hüseyin Bey.
– Dur, dur, ben de geliyorum…
– Ben de, ben de…
Şerbetli, sütlü tatlılardan ne varsa aldılar azar azar. “Arkadaş ben utanıyorum,” dedi biri… “Ayıp oluyor mu acaba, çok mu aldık, ne dersiniz?”
“Merak etme dostum,” dedi diğeri.
– Neden ayıp olacakmış. Parasıyla değil mi? Ödedik biz bunların parasını. Hem bu kadar yemek, tatlı yenmezse ne olacak, dökülecek. İsraf olur dostum, israf… Yiyelim de insan kursağından geçsin, dökülmesin, yazıktır. Sen de kaç senedir alışamadın bir türlü açık büfeye. Arkadaş, baksana insanların tabaklarına… Az alan var mı hiç? Doldur doldurabildiğin kadar. Ürkek alıştırma elini.
Ellerinde tatlılarla döndüler masaya. Hasan amca da tek tabağındaki yemeği bitirmiş, camdan dışarıya bakıp çayını yudumluyordu. Bu arada Hasan amcanın yemeğinin az olması çekmişti dikkatlerini. Babacan tavırlarının verdiği cesaretle sordu Mehmet Bey: “Hayırdır amca, şekerin mi var? Az yedin…”
“İyiyim elhamdülillah, şekerim de tansiyonum da yok şükür. Doymazsam yine alırım,” dedi gülümseyerek.
Garson, bitirilmemiş tabakları ve ekmek parçalarını göstererek “Alıyorum efendim” dedi. Al, al, dediler garsona. Birer de maden suyu açtılar. Şimdi bu kadar yemeğin bir de sindirimi var değil mi ya… Sodasız olmazdı bu iş. Sindirimi kolaylaştırıyordu ne de olsa… Sohbeti koyulaştırdılar. Çiftçi olduğunu söyledi Hasan amca ve söze devam etti:
– Isırılıp bırakılan ekmekleri görünce üzülüyorum. Ekmek bu hale gelene kadar kimler ne zahmetler çekiyor, bilseniz… Bu da benim işim. Ben sizler gibi okumuş adam değilim. Çok şey bilmem ben ama ekmeği bilirim. Toprağı bilirim, buğdayı bilirim. Size ekmeğin hikâyesini anlatayım mı?
– Lütfen…
– Tabii…
– Neden olmasın?
– Yemek listelerinde adı geçmese de zengin fakir bütün sofraların vazgeçilmezidir ekmek. Hikâyesi uzundur ekmeğin. Tarla sürülür, toprak işlenir. Tohum saçılır mevsimi gelince dualarla. Yağmur beklenir sonra dört gözle. Sadece bizim değil, kurdun kuşun da rızkıdır tarladaki. Ne verirse şükrederiz Rabbimize. Hem o seneki yiyeceğimiz hem sonraki senenin tohumudur evimize gelen. Ambarlara taşınır buğdaylar. Sonra değirmenin yolu tutulur. Su değirmenleri vardı eskiden, siz bilmezsiniz, yel değirmenleri vardı. Kalmadı onlar şimdi. Ne diyordum? Evet, unlar elenir, hamur yoğrulup mayalanır. Artık fırına verme vakti gelmiştir. Fırına sürülür sonra ekmekler. Bir kokusu vardır sıcak köy ekmeğinin, bir kokusu vardır… Yok öyle bir şey. Süreceksin sonra tereyağını mis gibi sıcak ekmeğe… Sonra sizin ellerinizi, benim ayaklarımı bağlasınlar… Biri fırının başında biterdi ekmeklerin, dağıtılırdı. Katık oldu bizim için ekmek her zaman. Peynirin yanında katık… Yemeğin yanında katık… Makarnanın, bulgurun, patatesin yanında katık oldu. Bilmezdik o zamanlar makarna, bulgur, patatesle ekmek yenmeyeceğini. ‘Katık edin!’ derdi büyüklerimiz, biz de ederdik. Bir parçasını bile atmazdık. Hiç israf etmezdik. Utanırdık lokmamızı yarım bırakmaya. Yemek helaldi, içmek helaldi. İçmek helaldi derken yanlış anlamayın ha… Ama israf haramdı, biz böyle gördük ana babamızdan. ‘İsraf ederseniz Allah sizi sevmez,’ derlerdi atalarımız. Bu sevgi değişilmez hiçbir şeye gençler. Onun için korkardık israf etmekten, çok korkardık. Allah’ın bizi sevmemesinden korkardık. Kırk yılın başında bir çıkında unutulmuş, küflenmiş bir ekmek parçası olursa onu da karıncalara, kuşlara doğrardı teyzeniz. Ekmekte emek vardır, alın teri vardır. Aynı emek; pirinç, domates, mercimek, irmik, şekerde de vardır. Emeksiz yemek olmaz sizin anlayacağınız, emeksiz yemek olmaz.
Çok güzel konuşuyordu Hasan amca. Hiç sıkılmadılar onu dinlerken. Zengin kalkışı yaptı birden Hasan amca.
– Bana müsaade gençler. Uykum geliyor erkenden, uykum gelmeden kılayım şu yatsıyı. Size hayırlı akşamlar, bana müsaade…
“Ben dersimi aldım arkadaşlar,” dedi Hüseyin Bey. “Hasan amca haklı, parasını verdik diye israf edemeyiz. Akan bir nehir yanında olunsa bile abdest alırken israf edilmemesini isteyen bir Peygamberin (sallallâhu aleyhi ve sellem) ümmetiyiz biz.”
“Ben de, ben de” dedi Âdem Bey. Hemen akıllı telefonundan internete bağlandı.
– Bakın ekmek israfı hakkında neler yazıyor. Türkiye’de her gün üretilen 91 milyon ekmeğin 5 milyonu çöpe gidiyormuş. Hırvatistan’ın nüfusunun 4,5, Gürcistan ve Moldova’nın 3,5, Kosova’nın 2, Karadağ, Malta ve İzlanda’nın toplam nüfusunun 1,5 milyon olduğu bir dünyada sadece Türkiye’de her gün 5 milyon ekmek israf ediliyormuş. Türkiye’de bir yılda israf edilen ekmek, ortalama 450.000 ton buğdaya karşılık geliyormuş. Bir ailenin beş ton buğday ürettiğini varsaysak yaklaşık 100.000 ailenin bir yıllık üretimine tekabül ediyor bu. Sulanmayan bir dönüm tarladan ancak 300 kg buğday alınabiliyor. Bu da yaklaşık 13.500 km2’de üretilebiliyor. Yalova, Kilis, Bartın, Düzce, Osmaniye, Zonguldak illerinin toplam yüzölçümüne denk geliyor bu da. Dünyada yaklaşık 805 milyon kişinin açlık çektiği ve her gün 25.000 kişinin beslenme yetersizliğinden öldüğü düşünülürse, utanılacak durumdayız vesselam.
Numan girdi burada söze.
– Arkadaşlar, düşündüm de bir mercimek, nohut ya da kuru fasulye tanesini israf ettiğimizde aslında o minicik tanede sanatlı bir şekilde bir araya getirilmiş olan onlarca faydalı nimeti de israf etmiş oluyoruz. Mesela, bize çok basit görünen küçük bir pirinç tanesinde bile demir, fosfor, sodyum, bakır, kalsiyum, magnezyum, manganez, potasyum, çinko, selenyum, askorbik asit, glikoz, B vitaminleri ve daha birçok madde olduğunu okudum şimdi ben de. Bir şey daha dikkatimi çekti bu arada: Fakir ülkeler yeterli beslenememekle mücadele ederken, zengin ülkeler de obeziteyle savaşıyormuş. Sanayileşmiş ülkelerde şişmanlık giderek artıyormuş. ABD’de yılda yaklaşık 300.000 kişi şişmanlıktan ve onun yol açtığı hastalıklardan ölmektedir. Obezite ve yol açtığı riskleri önlemek için ABD’de yılda 100 milyar dolar harcanıyormuş. 2025 yılında obeziteye bağlı hastaların sayısının da 100 milyona ulaşacağı tahmin ediliyormuş.
Ertesi gün yemekte yine karşılaştılar Hasan amcayla. Gençler önce gelmişti bu sefer, yemeklerini almışlar, koyu bir sohbete dalmışlardı. Uzaktan elinde tabağı, ayakta kalmış, yer bakınan Hasan amcayı gördü Mehmet Bey. Ayağa kalktı, el sallayıp yanlarına davet etti onu. Masada fazla tabak olmaması dikkatini çekti Hasan amcanın. Bir cümle söyledi, güldü. Hoşuna gitmişti bu sefer masa Hasan amcanın:
“Ne o gençler! Şekeriniz mi var?”