Ebediyete meftun olarak yaratılan insanoğlu, var olduğu günden bu yana hep sonsuzluğun peşine düşmüştür. Sırtını semavî ve nebevî hakikatlere, manalara ve nurlara döndüğü günden bu yana da içindeki o sonsuzluk aşkını kesif maddeyle ve süflî eğlencelerle tatmin etmeye çalışmıştır. Sebepler dairesinde bir anneden dünyaya gelen, kısa veya uzun bir ömürden sonra berzah hayatına göçen bir insan niçin bekâya âşıktır?
Rönesans ve Aydınlanma hareketleri sonrası Batı insanı, sonsuzluk aşkını daha çok materyalist alaşımlı felsefe, pozitivizm, realizm, varoluşçuluk gibi akımlarla tatmin etmeye çalışmıştır. İlmî buluşların ve teknolojik gelişmelerin, ebediyet arzusuna karşılık verebileceği zannına kapılmıştır. Jean-Paul Sartre, Batı’nın bu ruh haletini bazı tespitleriyle hem deşifre hem de itiraf eder. Sartre, Batıda pozitif bilimlerde yeni bir şey ortaya çıktığında bu keşfin, “sonsuzluk ötesi” şeklinde adlandırıldığını söyler.[1] Hume ise, hiçbir şeyin insanın düşüncesinden daha sınırsız olmadığını savunarak, düşünce ve aklı sonsuzlaştırır.[2]
Varoluş felsefesi ise bu hususta Nietzsche’nin tesis ettiği “Ebedi Yenilenme” görüşünü merkeze alır. Bu düşünceye göre hayat bir yenilenmedir ve onun gerçek güzelliği de budur. Bu yenilenmede hayatın ciddiyeti ve gerçekliği yatar.[3] Ancak Nietzsche, “Ebedi Yenilenme” düşüncesini, inkâra dayalı bir ideolojik düzlemde ele alır. Bir sanat eserinin sanatçısıyla olan bağını keser. Her yıl Cemil isminin nihayetsiz cilvesi, Kadir isminin sınırsız tecellisi ile tazelenen, bütün ihtişamı ile arz-ı endam eden baharın güzelliğini ve yenilenmesini, maddî sebeplere, kör ve sağır tabiata verir. Bu görüş, ölümlü insanının mahiyetinde mündemiç olan sonsuzluk duygusunu ne kadar tatmin edebilir?
Batı’da Nietzsche gibi düşünürlerin söylediklerinin aksine fikir beyan eden ciddi felsefeciler de zuhur etmiştir. Descartes, M. Maher, Abraham Maslow bu isimlerden bazılarıdır. Maher, sonsuzluk ve ölümsüzlük hakkında kayda değer tahlillerde bulunur. O, Allah’ın (celle celâluhu) varlığı ispat edilince, ölümsüzlük inancının da teminat altına alınacağını söyler. Ona göre, ölümsüzlük konusunda ileri sürülen düşüncelerin bir kısmı da Yaratıcı’nın varlığına olan inancın temellendirilmesinde önemli bir rol oynayabilir.[4]
Descartes ise sonsuzluk adına özlü sözler sarf eder. O da sonsuzluğu Allah (celle celâluhu) ile irtibatlandırır. Sonsuzu anlamaya çalışmanın hiç de mümkün olmadığını ve “sonsuz” sıfatını yalnızca Allah’a (celle celâluhu) bırakmamız gerektiğini vurgular.[5] Evet, “Künh-i Bârî nâ-kâbil-i idrâktir.” İnsan, O’nu tam ihata edemez.[6] O’nu (celle celâluhu) idrak etmek demek, tam manasıyla idrak edemeyeceğimizi idrak etmektir.
Abraham Maslow, insanın sadece sonsuzluk duygusunun değil, diğer duygularının da sınırsızlığa ereceği hakikatini Allah’ın (celle celâluhu) varlığının algılanmasına bağlar: ”Yaratıcıyı varlığında algıladığımız zaman sınırsızca seven, bağışlayan, onaylayan, değer veren, anlayan, hoşnut, sevgi dolu, zevk alan bir kişi olabiliriz.”[7]
Merhum Cemil Meriç, insandaki sonsuzluk duygusunu din ile irtibatlandırır. Meriç’e göre İslamiyet’i benimsemiş bir insanın gayesi ebediyettir.[8] Meriç burada önemli bir noktaya da dolaylı bir şekilde işaret eder: İnsanın ebed duygusunun tatmini adına, ebedî diyarı olan Ahiret’e ve Steve Taylor’un ebedi huzur yurdu dediği Cennet’e…[9] İslam ve onun en önemli iki kaynağı Kur’ân ve Sünnet, insana sonsuz bir hayat vaat etmiş ve onu yokluk karanlıklarından kurtarmıştır.
Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, Risale-i Nur Külliyatı’nın birçok yerinde, insanın ebediyet için yaratıldığını hatırlatır.[10] İnsanın ebediyete ve Cennet’e layık bir hâle dönüşmesini, iman esaslarına bağlar. Küfrün ve inkârın ise ruhu ve kalbi söndürdüğünü, insanı karanlık ve yokluklar içerisinde bıraktığını ifade buyurur.[11]
Üstad, insandaki bu sonsuzluk duygusunu “El-Baki” ismine bağlar. İnsanın her yönüyle ebede ermesini “ibka” kavramı ile açıklar. Bu mefhum, Hz. Baki’nin devamlı yaratma tecellisiyle herhangi bir şeyi ebediyete erdirmesi manasına gelir.[12]
Bu hususta Hazretin, “Fıtratımda çok şiddetli olan aşk-ı bekâ, Bâki-i Zülkemal’in bekâsına ve varlığına bakar”[13]beyanının da üzerinde durmak icap eder. Üstad Hazretleri bu tespitleriyle insanın manevi mahiyetindeki, Bâki-i Zülkemal’e müteveccih şiddetli aşk-ı bekâyı da deşifre eder. Zaten muhabbetin şedit, katmerli haline aşk denir. Leo Tolstoy’un eşi Sophia Tolstoy, insan ruhunun derinlerindeki bu hakikati, “Benim Allah ve sonsuzluk düşüncesine ihtiyacım var”[14] sözleriyle nazara verir.
Üstad Bediüzzaman, Allah’ın (celle celâluhu) bekâsıyla insan için lâyemut bir hakikatin tahakkuk ettiğini söyler ve “… benim mahiyetim hem bâki hem sermedî bir ismin gölgesi olur, daha ölmez” der. Üstad, insanın duyguları içinde bir duygunun mevcudiyetine değinir ve bu duygunun ebedden ve Ebedî Zat’tan başkasına razı olmadığını belirterek, insandaki latifelerin sultanı, latife-i Rabbaniyeye de işaret eder.[15] Bu duygu, Cenab-ı Hakk’ı doğrudan hisseden, Ebedi Zat’tan ve ebediyetten başka bir şeyden razı olmayan, çok ince manevi duygumuzdur. Geçici mahbublar, dünyevî sevgiler onu asla tatmin edemez.
Peki, insan nasıl olur da bekâya olan aşkını, dünyevî, sınırlı, fani şeylerle tatmine çalışır? “… insanda binlerle hissiyat var. Her birisinin aşk gibi iki mertebesi var: Biri mecazî, biri hakiki”[16] Beşerdeki hakiki ebediyet duygusu, gaflete düşerek, mecazî mahbublarla, tevehhüm-ü ebediyetle tatmin edilmeye çalışılır. İnsan dünyada ebedî kalacağı vehmine, kuruntusuna kapılarak fani güzelliklere bağlanır, aldanır.
İnsandaki mecazî duygular nasıl hakiki duygulara dönüşür? İnsan iman şuuruyla fani mahbublar üstündeki fena damgasını görüp sonsuz muhabbet istidadını onlara hasretmez. Zaten kalb, fani mahbuplara bağlanamaz. Dünyanın fani veçhesini değil, Cenâb-ı Hakk’ın isimlerinin aynası ve ahiretin tarlası olan diğer iki yüzüne bağlanan pişman olmaz.
Tasavvufta ise aşk-ı bekâ, daha çok zevk buudlu, hâl televvünlü, sübjektif boyutlu, “bekâbillah” kavramı ile ele alınır. Bu yola namzet sâlik, “zevken ve hâlen kendi fiillerinde fâni olmakla Hakk’ın ef’âlinde yeni bir vücûd ve bekâya açılır. Kendi sıfatlarında fâniliği duymakla Hak sıfatlarındaki bekâyı zevk eder.”[17]
Üstad Hazretleri fani şeylere kalben bağlanmama konusunda tesirli bir ders verir:
“Şu âlemin fenasından sonra sana refâkat etmeyen ve dünyanın harabıyla senden müfârakat eden bir şeye kalbini bağlamak sana lâyık değildir. Hususan senin asrının inkırazıyla seni terk edip arka çeviren ve bâhusus Berzah seferinde arkadaşlık etmeyen ve hususan seni kabir kapısına kadar teşyi’ etmeyen, hususan bir-iki sene zarfında ebedî bir firâk ile senden ayrılıp günahını senin boynuna takan, hususan senin rağmına olarak husûlü anında seni terk eden fânî şeylerle kalbini bağlamak, kâr-ı akıl değildir.
Eğer aklın varsa, uhrevî inkılâbât ında, berzahî etvarında ve dünyevî inkılâbâtının müsademâtı altında ezilen, bozulan ve ebedî seferde sana arkadaşlığa muktedir olmayan işleri bırak, ehemmiyet verme, onların zevâlinden kederlenme.”[18]
Dipnotlar
[1] Jean-Paul Sartre, Aydınlar Üzerine, İstanbul: Can Yayınları, 2010, s. 68.
[2] Solmaz Zelyüt, Dört Adalı: Hobbes, Locke, Berkey, Hume, Ankara: Doğu Batı Yayınları, 2010.
[3] H.J. Blackham, Altı Varoluşçu Düşünür, Ankara: Dost Kitapevi Yayınları, 2012, s. 42.
[4] Prof. Dr. Mehmet S. Aydın, Din Felsefesi, Ankara: Kent Basımevi, 1992, s. 240.
[5] Orhan Hançerlioğlu, Felsefe Ansiklopedisi, İstanbul: Remzi Kitapevi, c. 6, s. 128.
[6] www.herkul.org/bamteli/bamteli-kelam-kudret-ve-cuma-yamaclari/
[7] Abraham Maslow, İnsan Olmanın Psikolojisi, İstanbul: Kitap Matbaacılık, 2001, s. 99.
[8] Cemil Meriç, Kırk Ambar, İstanbul: İletişim Yayınları, 2006, s. 95.
[9] Steve Taylor, Spiritual Science, London: Watkins Publishing, 2018.
[10] Bediüzzaman Said Nursi, İşârâtü’l-İ’câz, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2010, s. 149.
[11] Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2010, s. 331.
[12] Bediüzzaman Said Nursi, Lem’alar, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2010, s. 17.
[13] Bediüzzaman Said Nursi, Şuâlar, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2010, s. 57.
[14] Sofiya Tolstoy’un Güncesi, Çev. Muzaffer Kuşuloğlu, İstanbul: Düşün Yayınevi, 1985, s. 411.
[15] Bediüzzaman Said Nursi, Lem’alar, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2010, s. 142.
[16] Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2010, s. 31.
[17] M. Fethullah Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri-2, İstanbul: Nil Yayınları, 2005, s. 165.
[18] Bediüzzaman Said Nursi, Lem’alar, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2010, s. 141–142.